Karanlığın Halleri: Ar


Önsöz Niyetine




Çok yorgunum. Bu yaşta bu kadar yorgun olmam size normal görünebilir. Ancak ölmüş olmama rağmen, bu denli yorgun olmak bana garip geliyor. Kaslarımdaki laktik asit birikmesinden değil, ruhumdaki ağırlık beni yorgun kılıyor. Şimdi ne kadar uğraşsam da canlı olduğum günleri anımsayamıyorum. Halbuki ben de sizin gibi bir zamanlar gençtim. Deli kan dedikleri şeyin bir zamanlar bende de mevcut olması gerekirdi. Asi olduğum anlar elbet olmuştur. Düşüncelerimde direttiğim, yaptıklarımda hep haklılık payı bulduğum günlerim mutlaka olmuştur. Hatırlayamıyor olmak, bu günleri siler mi?

Uzun bir süre belirli bir yaşayış şekli tutturduğunuz zaman, geçmiş günlerinizin tanıkları bu yaşam şeklini üzerinize öyle bir yapıştırırlar ki tanıklıklarından vaz geçerler. Kötü olduklarından değil, şu anki duruşunuzun dışında başka bir şeyi size yakıştıramadıkları için. Tanık bulamayınca siz de şüphe edersiniz kendinizden. Acaba hep böyle miydi de eski güzel günlerin nostaljisi ile kendi kendinizi avutmak için çarpıtıyor muydunuz dünü? İşte şimdi bunun için yazıyorum. Çünkü öyle bir yerdeyim ki eski günlere dair tanıklık edecek kimse yok çevremde. Kendi kendime tanıklık yapmam gerekecek. Hatırlanması gerekenler var çünkü. Anılar arasından çıkarılıp anımsanması ve belki de yad edilmesi gerekenler var.

Korkuyorum aslında biraz. Ya yoksa bir şey. Sonuçta bir insanoğlunun boş bir hayat geçirmiş olma ihtimali var. Belki de sizin zamanınızı boşa harcamış olacağım bunları anlatırken. Belki de kendi çevresinde sürekli dönen karıncanın kısırdöngüsüyle karşılaşacağım, arkama dönüp baktığımda. Diğer yandan ne kadar mecalim kaldı anlatmaya bilmiyorum. Öyle yorgunum ki.. Bir yerden bir yere hızlıca gittiğinizi düşünün. Koşar adımla, ardınıza bakmadan mesafe katetiyorsunuz. Üzerinizdeki yorgunluğu düşünün. İnsan nasıl ki bir mekandan diğerine geçişteki arada yorulursa, bir zamandan diğerine geçerken de yoruluyor. Kaslar değil de yorulan, ruh olsa ne olur? Yılları yaşlarla doldurdukça, yaşsız kaldıkça ve yaşam pınarınızı hunharca çevreye fışkırtıp, çevreden sadece birikintiler aldıkça, ruhunuz ağırlaşır. Kötü olaylara gerek yoktur. Çok şey yaşamaya veya aşırı deneyimli biri olmayla da ilgili değil anlattığım. Bu sadece genleşip büzüşen zamanın verdiği sersemlik ve yıpranmışlık. Gariptir.. Ölünce biteceğini sanmıştım, yanılmışım.







Bir masada onlarca çatal onlarca kaşık,
hepsi önünde; yüzün alık, olay karmaşık.
Karşında gördüğün iki aşık, dersin sarmaşık.
Sanırsın biri diğerine doğuştan yapışık.
Çevrede yüzlerce sırnaşık, gürültülü bir kalabalık.
kafanda ise tek bir kancık.
Hayat neden bu kadar karanlık?



Evin









Pembe panjurlu bir ev, bahçesi yok. Bir binanın en üst katında. Pembe panjurlar sadece türk filmlerine özenmiş kadının çabasıyla oturtulmuş camların önüne. Boğaz manzarasını cepheden alıyor, ama zangin evi değil. Sadece şanslı kadın, şansıyla buluverdi diyelim şimdilik. Duvarlar tahmin edileceği üzere pembe. Kenarlara bordo çekilmiş. İkili kanepe yeşil ve kırmızı çiçeklerle dolu. Tekli koltuklar yeşil; ama tüm bu renklerin pastel kalemle yapılmış olduğunu düşünmelisiniz. Diyebileceğim şu ki gerzek diye çokça anılacak olna Memet’in gözleri böyle görüyordu tüm salonu. Eski bir bağ evinin pastorel renklerle donatılmış salonuna baktığını hissederdi. Bu doğallığı bozan tek şey köşede duran bilgisayar, ve ikili kanepenin karşısındaki televizyondu. Her erkek gibi, ağzına hiç almasa da, o da yatak odasını severdi. Bu nedenle salonu güzelleştirme çabalarını anlamsız bulur, huzurun asıl sağlanacağı yerin bu çabalardan mahrum kalmasına biraz da sinirlenirdi. Yatak odasında sadece koca bir yatak ve kadını güzelleştirme aletleriye dolu bir masa. Masanın önünde bir ayna. Elbette bu aynalı masanın kendine has, ihtimalle Fransızcadan Türkçeye geçmiş bir adı bulunuyordu, ama Memet bu adı o sabah bir türlü hatırlayamadı. Üzerinde ismini bilmediği onca şeyi barındıran bir nesnenin ismini bilmemek de ilkin çok koymazdı ona belki ama, kadınının bu kendine özgü dünyasına bu kadar yabancı olmak, kadına da yabancı olduğunu hissettirdi. Koca dolabın sadece bir bölmesini işgal ettiği bu evde Memet’e ait hiçbir eşyanın olmaması da cabasıydı. O sabah Memet tüm yaşamına yabancılık duydu.



Banyoya vardığında, salona yapılmış tüm güzelleştirme çabalarının banyoya da değmiş olduğunu fark etti. Kadının en önemli ilgisinin görünüm olduğunu ve bu görünümün başka insanlara gösterimi ile varlık kazandığını biliyordu bilmesine, ama hala alışamamıştı. Kendisi de bu görünüme dahildi ne de olsa. Belki de bir takıdan başka bir şey değildi kadın için. Beraber olduğu tüm kadınlar, toplum önünde ona sarılıyor, ona ilgi gösteriyor, onu sahipleniyordu. Yalnız kaldıklarında ise bu ilgi sönüyor, ateşini yitiriyor, tutkusunu kaybediyordu. Senelerdir başına gelen bu duruma alışması gerekirdi, ama hala alışamadı. Yapı itibari ile de hiçbir zaman buna karşı koyamadı. Sadece yaşadı. Hep yabancı insanlarla, hep kendinden uzaklarla..



Halbuki ne zengin, ne de yakışıklıydı. Bir zamanlar karizması olduğunu söylerledi, ama bu eskilerdeydi, ki tanrı bilir onda karizma denen şeyden eser yoktu. Tüm bunları bilen Memet’in çıkardığı sonuç ürkütücüydü. Aslında çevresindekiler için-çevresinde çoğunlukla kadınlar olurdu, kim olduğu önemli değildi. Birey olarak varlığını hissedemiyordu, çünkü hissettirmiyorlardı. O, kadınla beraber olmayı seçmiş herhangi bir erkekti. Kadının gözünde Memet değil, sadece erkekti, başkalarına gösterilecek, başkaları karşısında sahiplenilecek küçük bir köpek yavrusuydu. Çirkinliğiyle şirinleşen köpeklerdendi cins olarak. Neydi o cinslerin ismi? Memet bunu da hatırlayamadı.



Aynaya baktı. Yorgundu. Kendini değil başkasını görür gibi geldi. Hayattan bıkmış, orta yaş bunalımındaki erkeklere benziyordu, ama yaşı daha yirmi üçtü. O an gözlerinin arkasına düşen görüntünün artık o olmadığını söylemeliydim ona. Baktığı garip yüz bendim, sanırım fısıldamalıydım ve anlatmalıydım. Belki öyle yapsaydım, gelecekteki sarsıntılarını hafifletmiş olurdum. Elbet değişmiş olduğunu fark edecekti bir gün. Hayata karşı yitirdiği neşenin sebebini anlayacaktı. Ama hala aptaldı sanırım, ya da umursamaz. Ben de bu umursamazlığa umursamazlıkla cevap verdim.



Memet’i ilk ve tek gördüğüm gün işte bu gündü. Onu nasıl adam edeceğimi düşünmeye koyulmuştum. Sanırım onu kadınlara çekici kılan, kendisi bilmese de bu özelliğiydi. Zekası ve bilgisi bedeninden çağlasa da, yetilerinin farkında değilmiş görüntüsü kadınlığa daha yeni adım atmış kızların analık duygularını titretiyor ve evcilik oyunlarını özleyen bu kızlar onu adam etme uğraşına giriyordu. Nasıl yemek yiyeceğinden tutun da nasıl giyineceğine kadar her şeyiyle ilgileniyorlar, sonra da her ananın yaptığı gibi gurur duyduğu oğullarıyla dışarılara çıkıyorlardı. Herkese “bakın nasıl da nur topu gibi bir oğula sahibim” demenin yolu buydu. Doğum sancısı çekmeden böyle bir zevke varmak ise daha bir haz veriyordu.



Benim onu adam etme isteğim ise biraz daha babacıldı. Sürekli kızların gölgesinde kalmaktan, erkek olduğunu unutmuş olduğunu fark etmek zor olmadı. Onu maçlara götürmeli, barlarda sonuna kadar içirtmeli ve hatta mümkünse göğüslerine kıllar ektirtmeliydim. Ancak böyle düzelirdi bu aymaz. Kadınlar tarafından aldatılmak yerine, aldatmalıydı, bazı kadınlarla oynaşmalıydı hatta. Gerekirse kaliteli bir randevu evine götürmeliydim onu..



Kadınların erkek yetiştirirken ki en büyük hataları budur zaten. Her ne yaparlarsa yapsınlar, yetiştirdikleri erkeği erkeksi yapamayacaklırının farkında değillerdir. Oğulları dedikleri Memet gibi garip yaratıklar, belki kadınları çok iyi anlarlardı, iyi konuşurlardı hatta iyi de sevişebilirlerdi ama asla bir erkek gibi konuşamaz ve sevişemezlerdi. Kadın bir müddet sonra Memet’in kendisini anlıyor oluşundan sıkılırdı, zira bu anlıyor oluşun başka bir kız arkadaşın anlıyor oluşundan pek bir farkı yok gibi gelirdi. İşte ben Memet’i devraldığımda “kadınım” dediği o şıllıktan, durum buydu.



*********************************************************************************





Kitapçıyım ben. Okuduğum üniversitenin kaçıncı yılında terkettim okumayı hatırlamıyorum. Dışarıdan hem okuyup hem çalışan biri izlenimi versem de, okul ile bir alakam yok. Çok bilmiş bir kitapçıyım sadece. Raflarda duran her kitabın ismini bilen, ama hiçbirini okumamış, popüler tüm filozofları ve sosyologları yakından tanıyan, ama yazdıkları hakkında hiçbir fikri olmayan garip mahluklardır kitapçılar. Aslında her kitapçı, kitabın neticede alınıp satılan ve nihai tüketici tarafından tüketilen bir mal olduğunun ispatıdır ve kitabevlerine uğrayan her yazarın suratına bu kanıtı çarpıverirler. Hem kitabevleri öyle büyük kurumlar da değildir. Bildiğimiz esnaftırlar. Küçük burjuvalar yani.. Günlük dertleri vitrinlerinin duruşu, ellerindeki stokların fazlalığı ve nakit akışının hacmidir. Sattıklarının önemi yoktur. Elbise de satıyor olabilirlerdi. Ancak günlük yaşayışlarında uçucu bir entellektüellikle sarılı olarak yaşamaktan zevk alırlar. Bu uçucu entellektüellik zırhı onlara göre yaşamlarına değer katıyor ve onları diğerlerinden ayrıştırıyordu. Daha önemli olmanın önemsiz bir yolu... ya da taktiği mi demeli?



Kitap sektörü de diğer tüm sektörler gibi belirli işletme teorilerine uyar. İşin pazarlama, satış, lojistik yönleri vardır. Hemen herkesin hayalinde kurduğu emekli olup sahaf açma hayaliyle pek örtüşmez aslında, ama buna rağmen her kitapçı kendini ünlü bir yazar gibi hisseder. Bilgilidir, kültürlüdür ve kapitalizm çarklarına kurban gitmemiştir. Sömürü kitap rafları arasında yoktur tavrı, patronlara ucuz emek satın alma şansı verir, ve günümüzün bilinçsiz işçi formunu kendi işletmesinde barındırır.



Belki babama olan nefretim nedeniyle, belki de rekabet konusundaki beceriksizliğim nedeniyle alışamadım bir türlü okuduğum bölüme ve bölümümün bana kazandırdığı mesleklere yönelemedim. Taze bir üniversite öğrencisi olarak kitapçılığı uygun gördüm. En azından malımı kötülemek gibi bir hakkım var. Mesela hiç Buket Uzuner satmadım, sattırmadım. Senelerce durdu Buzunerin kitapları raflarda. Aslında bir gün kendisiyle tanışıp ingilizce romanlarındaki satışında başarısızlık sebebi olduğumu itiraf etmeye ihtiyacım var.



Bugün Pazar. Neden bu tür şeylere kafa yorduğumu bilmiyorum. Tibet ve doğu felsefesiyle kafayı sıyırmış bir arkadaşımın sözleri geldi aklıma. “Dürüstçe söylemek gerekirse her birey yaptığı her bir davranışının sebebini eşekk gibi biliyordur, ve aslında doğru olanı da biliyordur. Sadece işine gelemediği için çarpıtıyordur.” Sanırım saçma sapan ayrıntılılara takılıp, daha sonra katiyen hatırlamayacağım şeyleri düşünmek benim kaçış yolumdu. Her kitapçı gibi ben de bu kaçış yolunu entellektüel zırvalıklara büründürüp içimdeki kocaman boşluğu doldurmaya çalışıyor, beceremeyince de örtmeye çalışıyordum. Bu çabalar kararsızlığı yaratıyor ve her allahın günü sözde tevazu gösteriyormuşçasına etrafta “bilmiyorum”larla dolaşıyor, kendimi küçük göstermeye çalışıyordum. Halbuki dedik ya, aslında her insan eşekk gibi doğru olanı biliyordur. Sadece işine gelmiyordur.



Kararsızlığın büyüsü de tam bu noktada başlar. Dikkatlice bakıldığında bu kavramın derinlerinde bir yerinde “ar” kavramının bulunduğunu görürsünüz. Utanç verici arzuların, yüksek kabul edilir medeni değerlerle örtülüp, özgürlük olgusunun gölgesinde yaşatmaya çalışmanın günlük yaşayıştaki temsili kararsızlıktır çünkü. Değerlere karşı kararsızlıkla başlar, tutunulacak prensipler olmayınca karşılaşılan her durumda kararsızlık içerisinde kalmayla sonuçlanır. Bu şekilde yapılan edimler meşrulaştırılır. Nasıl olsa belirli bir kararla edimlenmemişlerdir!. Sonrasında kararsızlıkta ısrar başlar. Yine “ar” işin içine girmiştir. Kendi iradesinden çıkmış birey bu kavramın iradesine girer ve onun yarattığı bir olgu olan “ısrar” etmenin anlamsız ama bir o kadar da haz verici yolunu seçer. Hem yaptıklarının ve yapmadıklarının sorumluluğunu almıyordur, hem de yanlış yapmıyor olduğunda ısrar ediyordur. Artık onu var eden hayasıdır. Ama bilmediği bir şey vardır ki ruhtaki kızılca kıyamet bilmediklerinde başlar. Ar ısrarda, kararsızlıkta kendini gösterse de onun asıl yeri araftadır. Hem yarardadır, hem zararda. Asla tek yüzüyle görünmez ve gerçekte kimse onun kendi yüzünü görmemiştir. Arın iradesindeki şahsın iradenin kendisinde olduğunu varsayması bundandır. Görmediği bir şeyin emrinde olduğunu kim kabul edebilir ki?!




********************************************************************************




Tutamadığın bir şeyler var çevreni saran. Bırak.. Tutmana gerek yok hani.. ama rahatsız oluyorsun. Hissettiğin ama kavrayamadığın bir olgu bu biliyorum, çünkü tam da şu an ben de aynı durumdayım. Sürekli daralan bir balonun tam ortasındayım. Balon çok büyük bu nedenle fiziksel olarak koşullarımı değiştirmiyor bu daralma ve zaten beş duyu organım algılayamıyor bu garip oluşu.. Ben sadece biliyorum.. ama sanırım anlatamıyorum.. Anlamadınız değil mi? Bir de iyi yazar derler bana?



İşin ilginci bazan da genleşiyor bu meret.. Çoğunlukla hangi evrede olduğunu anlıyorum; ama bir oluştan diğerine geçiş anlarını yakalayamadım henüz.. Sarsıntısız bir geçiş bu.. Kendinden emin kadının parfüm kokusu gibi uçucu ama aynı zamanda vurucu.. Sezinleyemediğin bir sebeple ayrılamayan gözlerinin donakalmışlık hali..



Hissediyorum.. üstüme üstüme geliyor.. Halbuki hayatta bile değilim.. Şu an birçok kişinin yerimde olmak istediğini biliyorum. İntihar değil kastım. Sorumluluklardan kurtulmuş olmak ve tabutunda sonsuzca uyumak.. Peki nedir bu sıkıntı? Yoksa ıkıntı mı demek gerek? Zoraki bir depresiflik durumu mu?



Tabii bir de yaşam var.. Hep aynı duygu.. Hep aynı kalakalmışlık.. yarımlık... Hemen sonrası hiçlik sanki.. ve lanet olası bir özlem.. Birgün elimde niçe’nin kitabı varken gelmişti yine.. Daralıyordu.. Bir şeylerin ömrü kısalıyordu.. Sonrası karanlık.. Sonrası "bir şeyiniz mi var?" soruları.. Değil Niçe ile ilgili değil.. Hiç okumadım kendisini.. Tahmin eeceğiniz üzere ben de her kitapçı gibi az okur çok bilirim.. Yani benim vasfım satmak. Geçmişi pazarlar, geleceklerini insanların kendilerine satarım.. Kimi zaman millattan önce ile miaddan sonra arasında, kimi zaman üç boyutlu ile çok boyutlu dünya arasında bir köprü olur ve insanlardan geçiş ücreti alırım..



Lakin allahı var zevkli iş.. Dünyada, bilgiç bilgiç konuşma özgürlüğünden daha hoş bir şey yok.. İnanın bana.. Sözler var ya sözler.. Onlar mutluluğun sırları.. Bir tutam soyuttan somuta geçirme makinası.. İşte bu nedenle konuşmak rahatlatır insanı.. Çünkü delirmediğimizi hatırlatır karşıdakinin anlıyor bakışları.. Hele bir de bu bakışlarda hayranlık varsa!.. Değmeyin insanoğlunun keyfine.. Zati ademin elması sözdü kanımca.. Kıyamet yolculuğu Havva’nın da söze kavuşmasıyla ve Adem’i susturmasıyla başladı..




*******************************************************************************




Hayatım boyunca uğraşım arsız olmaktı. Ama şimdi utanç içerisindeyim. Bugün Pazar.. ve ben her zaman ki gibi kalkmış, pastorel renklerle bezeli o çok sevdiğim yatak odasında, o çok sevdiğim sıcaklığın kucağından çıktım. Neden erken kalkmış olduğumu bilmiyorum. Neden banyoya girdiğimde kendimi tanıyamamış olduğumu bilmiyorum. Hani bazı sabahlar farklıdır. Başlattıkları günün sarsıcı olacağını bas bas bağırırlar. Bazan bir şeycikler olmaz, ama bazan da hayatınızı dönülemez noktalara getirirler. Öyle oldu. Bilgisayar başına geçip romanımı yazmaya giriştim. Canım sıkıldı. Onca sayfasını yazıp bitirmiş olduğum romanımı çöpe attım. Toparlanmalıyıdm. Bu nedenle olsa gerek eski taktiklere sarıldım. Bu taktikler benim yaşama notları dediğim küçük bir dağarcıkta birikmiştir. Bunlardan birisi de sıkkınlığımı başkalarını mutlu ederek gidermek. Yalnız yaşamak istemeyişimin tek sebebi bu. Başkasını mutlu etme, garantili bir mutlu olma taktiğidir. Dedemin bana miras bıraktığı onca hayat notundan sadece birisi bu. Hep yaradı. Hep yarayacaktı..



Maillerime bakıp kahvaltı hazırlamaya niyetlendim. Neden maillere bakacaksam?! Topu topu üç beş spam silmek için, gereksiz bir vakit kaybı.. Mozillayı açtım, önceki oturumu kurtarmak isteyip istemediğimi sordu. Mahmurlukla “evet”i tıkladım. Karşımda bir mail sayfası. Belki de hayatımı karartacak mail bu. Az önce koynundan çıktığım sıcaklığın ağzından okuyorum. İki gece önce olanları öğreniyorum. Dışarıda arkadaşımda kaldığım gece, kadınımla paylaştığım evde olanları görüyorum. Lanet olası hayal gücüm tüm boşlukları dolduruyor. Tüm inlemeleri, tüm kendinden geçişleri, tüm kırıklıkları ve yorgunlukları abartıyorum da abartıyorum. Sinirleniyorum. Düşünüyorum. Düşlüyorum. Ar içime oturuyor, kararsızlığını getiriyor. Karar veremiyorum. Bildiğim her şeyi denedim. Artık ne yapabileceğimi bilmiyorum. Deneyimlerim, bilgeliğim bu kadarmış. İlkel yöntemler geliyor aklıma. Kurtulamıyorum ilkellikten. İlkelliği mantıksal nedenlere oturtuyor, yüceltiyorum. Israr da yanıbaşımda. Kafamın eti yeniyor sanki. Ah bir silah olsa keşke. Sadece iki güm sesi! O kadar. Dünyadaki varlığım sadece iki güm sesine odaklanıyor ve onlar oluveriyorlar. Ama hayır araftayım hala. Dedem yanıbaşımda, çaresizliklerini anlatıyor bana ders veriyor. Vicdan diyor.. vicdanını dinle.. ne vicdanı ya?



Karanlıktayım. Klişeleri yaşıyorum. Dışarısı yanıyor, bense üşüyorum. Göğsümde bir düğüm, açamıyorum. Düğüm açmayı kimse göstermedi ki? Karanlık artıyor. Araba sesleri dışarıda. Ar da sırada. Gürlemeyi bekliyor. Araya girmeyi, hayatı bölmeyi. Kaçmalıyım. Evet kaçmalıyım. Mekan değişikliği iyi gelebilir. Zaten iyi gelebilecek başka ne var ki? Dedim ya en ilkel yöntemlerin elindeyim şu an. Arkadan iten güce karşı, bedenim evrimden önce kazanmış olduğu reflekslerin esiri. Sözde irademi güçlendirmeye çalışıyorum. Ne yapılması gerektiği öğretilmiş bir adamım. Öğretilmiş zavallı saçmalıkların zulmüne girmeden önce kaçmaya çalışmalıyım. Sonra nedense araba sesleri bastırıyor zihnimi. Farlar yüzüme vuruyor. Aydınlıktan kamaşıyor gözlerim. Hiçbir şey göremediğim gibi, paralize oluyor vucudum. Kalkamıyorum yerimden. Bilgisayar ekranında silik de olsa son kez yüzümü görüyorum. Yaşlarla doluyor ömrüm, yaşsız kalıyorum neden sonra. “Yaşa!” sesleri var beynimde, damarlarımda “yaşam” güdüsü var. Bu güdünün haykırışları kışkırtıyor bedenimi. Yetmiyor ama.. doğrulamıyorum yerimden. Daha kaç saat, daha kaç gün kalırım ben bu anda ve bu yerde. Daha ne kadar kilitlenir düşlerim aynı zaman dilimiyle? Ya düşüncelerim? Artık düşünebilecek miyim eskisi kadar berrak? Fesatlığa, kine, intikama ve hepsinden önemlisi “ar”a nasıl karşı duracağım yıllarca?







Gelişme





Kalp cam kırıklarıyla bir kez tanışmaya görsün,
gidip gelen ilişkiler bir tango melodisiyle
bu kırıkların çevresinde dolaşır durur,
ama her ilişki gönlü biraz daha kırmaktan kaçınamaz,
bir süre sonra tüm beden ruh ile beraber ölür.



Fecir









Memedi o Pazar sabahı, saatlerce kalakaldığı o yerde bırakıp ilerleyelim biz. Daha çok kalacak orda. Hatta oturup yazmaya kalkışacak yaşananları. Ama yazamayacak, çünkü ruhu yaralandı bir kere. Her yazma çabası, göğsünde bir düğümle engellenecek. Şu an bilmese de bir daha hiç yazamayacak. Anlatamayacak.



Elbette bu duruma düşmesi kendi gerzekliği. Neden kahramanımıza gerzek dediğimi onu tanıdıkça daha iyi anlayacaksınız. Bu nedenle en azından bir bölümü, yıllar önce bir banyonun aynasında görmüş olduğum Memet’e adamam gerekecek. Boşuna bir uğraş. Ama olsun. Sonuçta odur bu hikayeyi başlatan.



Mardin’de Elmabahçe olarak anılan bir köyde doğdu. Zamanında eşkıyalık da yapmış sert bir adamın ortanca oğluydu babası. Annesi ise aynı eşkıyanın kız kardeşinin kızıydı. Büyüklere hürmet olsun önce en büyüğünü anlatmak gerek.



Sarıkamış, Balkanlar ve Dünya Savaşlarında silah altına alınmış, ama her defasında savaşa girmekten kaçmış, bu kaçışlar nedeniyle Osmanlı tarafından aranan bir asker kaçağı olmuş, dağa çıkmış eşkıyalık yapmış bu adam dört defa evlenmişti. Uzun boylu yakışıklı bir esmerdi. Dağ şartlarına göre kendine has bir heybeti vardı. Zaten malı mülkü de buna dayanırdı. Sarıkamıştan, Balkanlardan ve Dünya harbinden geri dönen erkek olmayınca, boşta kalan toprakları yavaş yavaş üzerine almakta zorluk yaşamadı. Tehcir zamanında ise Büyük şehirden bir kaç dükkana kapaklanabildi. Yeni Cumhuriyet ise tüm bunların resmileşmesine yaradı. Osmanlı döneminde asker kaçağı olan bu heybetli adam, köylünün şu anki seslenişiyle Hacı Osman, Kurtuluş Savaşı dönüşünde zengin bir adam oluvermişti. Koca köyde hem eski hem yeni alfabeyi okuyabilen ve yazabilen tek şahıs olmasıyla da sivrildi Hacı Osman. Yeni Cumhuriyet ile eski insanlar arasında bir köprü oluverdi. Zaten bu köprülük vazifesiyle, dalaverelerini gizleyebildi de erkeksiz kalan topraklara konuverdi. Şimdi yaşlanıvermişti. Memet doğduğunda “işte bu!” dedi. “Beni devam ettirecek oğul bu!”



Doğumundan itibaren Memet’i alıkoymak istedi. Kendi büyütmek istiyordu torununu. Önceki hatalarından, günahlarından sıyrılmanın yolu buydu onun için. Ama dört kadına söz geçiren bu adam, artık şehirli olmuş gelinine diş geçiremedi. Her yaz gelme sözüyle uğurladı ortanca oğlunu, gelinini ve torununu.



Mehmet’in babası, dedesinin ön ayak olmasıyla büyük şehre yerleşmiş, ticarete başlamıştı. Merkezdeki en işlek çarşıların birinde hazır giyim dükkanı açtıktan sonra, ikincisini ve üçüncüsünü açmak zor olmamıştı. Artık herkes Vahap Konfeksiyonunun allı pullu vitrinlerine bakıyor, ordan giyiniyordu. Ama tüm bu başarılara rağmen Vahap silik bir kişilikti. Ticarete kafası çalışırdı, ancak diğer tüm hayat memat konuları babasının hükmündeydi. Zaten babası öldükten kısa süre sonra içki, kumar ve kadın üçlüsünün deryasına açılacak ve batacaktı. Kendisiyle beraber kardeşlerinden birini de batıracak, ve hayatının sonuna kadar çıkamayacağı bir buhrana düşecekti.



Mehmet’in annesinde de durum aynıydı. Büyük babanın biricik sevgilisi, gençlik aşkı Vesile bilinmeyen bir sebeple Hacı Osman’a küsmüş ve oğlunun büyük şehirdeki evine yerleşmişti. Yerleşir yerleşmez de evde hakimiyet kurmuş, yapılacak yemeklerden, çarşı alışverişlerine, torunun büyütülmesinden televizyonun üzerine hangi dantellerin serileceğine kadar her ayrıntının kararını verir olmuştu. Zaten Osman’ın toruna el koyamamasının asıl sebebi de Vesile’nin ağırlığıydı. Gelin övüne dursun, Osman’ın sevgilisini üzmeme gayreti Mehmet’in büyük şehirde büyümesini sağlamıştı.



İşte Mehmet bu gölgelerin oğlu olacaktı nufus müdürlüğünde. Ama herkesin bildiği gibi onun asıl babası Osman, annesi de Vesile’ydi. İsmini Osman koymuş olsa da kişiliğini Vesile oluşturmuştu. Peki neydi onun gerzekliğinin sebepleri?



Doğumuna dönmek gerek. Kırk yıllık ebenin şaşkınlığını hatırlamak gerek önce. Kafası çıkan bebek, bir an için duraklar, çıkamaz bir türlü. Kulakları deliktir. Uğur getirir derler. Güzeller güzeli bir kız çocuğu olacaktır. Bismillah diyerek tekrar asılır ebe. Çıkarır ve keser kordonu. Çığlık çığlığa ağlar bebek. Ağlamasından kız çocuğu olduğunu sezer anne. Dışarıdaki baba da oğlu olmadı diye hayıflanmaya başlamıştır. Ebe şaşkındır. Hala bebeği sarmamıştır herhangi bir örtüyle. Yıkamaya göndermemiştir. Bebek, apış arası ebenin yüzüne gelecek şekilde ayaklarından salınıktır hala. Anne o yorgunlukta ebeye seslenir. Vesile, ebenin elinden kurtarır bebeyi, ama şaşkınlık sırası kendisindedir. Bir kulaklara bakar, bir de önde duran minik pipiye. Dualar okur, içi dışına benzemesin diye. Dönen dünya, onca dünü alıp biriktirmiş dünya, vere vere bir dönmeyi mi vermişti torun olarak ona. Tahtaya vurur. Allah korusun der üç defa. Bildiği kısa süreleri yineler. Çocuk zatürre olup ölecek şaşkınlığın verdiği beklemeden, ama kimsenin aklına gelmez yıkayıp sarmayı minik vucudu. Yorgunluğuyla anne kalkar, erkek mi kız mı olduğu önemli değildir. Bu kalkış ilerde çok hastalığa gebe kalmasına sebep olacaktır, ama düşündüğü o an sadece vucudundan çıkmış minik bedeni yıkamak ve mavi dantellerle süslü kundak bezine sarmaktır.



Kundaklama bitince beşiğe yatırılır küçük Mehmet. Anne tam bu sırada bayılır. Düşüşün çıkardığı ses duyulmaz, ortalıkta sadece Vesile’nin fısır fısır duaları vardır. Ebe yaptığı doğumdan utanır ve kaçar adımla odadan çıkar. Baba da tam bu esnada içeri giriyordur. Yeni doğmuş kızına bakar bir süre. Kızları seven birdir. Alır koklar. İlk oğlunu bir kızı sever gibi sever ve sonra erkek adamın kızı olur diyerek mutlu bir biçimde kahveye gider. Akşam da kutlayacaktır bu doğumu.











Özlem









Özlemek.... Gözlemek gibi, ellemek gibi biraz. Bir zamanlar özünüze kattığınız şeyin(insan, hayvan, bitki, nesne vs.) yokluğunda özünüzü eksik hissetmenizle, onun görsel, duyusal, kokusal ve tensel ideaları, anıları ve hatta kimi zaman kendi gözyaşlarınızla özünüzdeki eksikliği doldurmak çabasıdır öz-lemek. Hayallerle özü tamamlama, düşüncelerle eksikliği kapatmanın belki de gereksiz ama çoğu zaman iradesiz çırpınışıdır her özlem durumu. Bu nedenle “seni özlüyorum” derken, yanlış anlama beni. Klişe bir sevgili-dost cümlesinin tekrarından öte bir şeyi kastediyorum. Seni özlerken ben, senin tüm var oluşunu içime dolduruyor seni özüme katıyorum. Ben seni özlediğimde işte bu yüzden acı çekiyorum.



Seni öz-lüyorum.



Doluyum. O kadar dolu ki soğuğu hissetmiyorum. Bir dolunay gecesinde düş(l)üyorum. Beni ilk öptüğün geceki kadar karmaşık bir titreme var vucudumda. Çözmeye çalışıyorum yüreğime dolanan saçlarının kokusunu. Belki çözersem bu sarsıntıdan kurtulabilirim. Penceremde sararmış ay bana bakıyor, ben ona. Sanki sana bakıyorum ve dilek tutuşunu seyrediyorum. Bilmiyorum daha ne kadar sürecek düş(üş)..ya da küsüş.. Kabus mu demeliyim yoksa.



İmdi kendini sorgulayan bir adamım sadece. Yolunu bulmaya çalışan ve aynada birini bulmaya uğraşan. Seni kaybettiğimden beri, kendimi bulamadığımı fark ettim ve düşündüm. Dolunayın bendeki anlamının sen olduğunu. Ancak ve ancak senin ablak yüzünle geceye dolan ayın sarısını anlatabileceğimi fark ettim. Bir tanım uydurmak gerekti ama kusura kalma üşendim ve seni döşedim sözlüğümdeki tüm sümüklü sözcüklere... ve uzun zaman önce günaydının ancak kaybetmişliğimle anlam kazandığını idrak ettim. Şarkılara mana verenin yaşanmışlıklar ve kırılan düşler olduğunu gördüm. “Şark”ı görebilmenin elemle olduğunu ben değil Fuzuli söylemiş, ama sayende bunu yaşayarak öğrenen ben oldum. Bu arada a ş k kökü azabtan geliyormuş bunu bu akşam ölürken bir adamın son sözlerinde duydum. Neticede düşerken de düşlerken de kafamdaki çoğu imgenin gerçek hissinin kim(ler)in hediyesi olduğu belli. Sırnaşık onca ilişkinin arasında toprağa kök salan sarmaşıkların herbir dalının aslında birbirine ne kadar karmaşık menfii sebeplerlerle yapışık olduğu gerçeği, değiştirmiyor zihindeki anıların verdiği nefreti. Hem ben hiçbir zaman görmek istememiştim ki gerçeği? Hep loş ortamlarda, sigara dumanına boğulmuş görsellerle doldurdum boş beynimi. Gözlerime at gözlüğü taktım bakış açımı daraltmak için. Yazmayı dahi yılbaşı süsleriyle doldurarak edimledim. Ben istemedim ki gereksiz bir estetik sevdasının içinde sıkışmış etiği? Yüzeysel ilişkiler yeterliydi, çünkü yüzeysellik adam öldürmezdi.



Rüya vakti geldi. Eti kemiği dinlendirmenin ve nihai düşün zamanı geldi. Bak ay arsızca parlıyor gülüşün gibi. Düşüncem süzüldükçe tüm düşlerim gülüşünle doldu.. Bendeki gülüşün soldu ya da birileri yapraklarını soldu.



Ama ben yine de özlüyorum seni.



Gecenin bir vakti, bilgisayarın hata bulup kendini kapatması ve tekrar açılması anındaki o bir kaç saniyelik arada aklıma düşen ilk öznesin.. “Sen”.. en çok kullandığım özne.. Yolda düşünürken “sen!”... Garip rüyalardan sonra uyandığımda beynimde yankılanan ilk ses, sen.!



O kadar çok şey var ki sana anlatmak istediğim, tüm düşümcelerim "sen"le karşılıklı diyaloglar şeklinde geçiyor. Aylardır sürüyor bu durum ve hala bitmedi sana anlatmak istediklerim. Anlayacağın sana laflar hazırladım, ama olmadı kelimelerle bitmiyor kafamdakiler. Bu nedenle filmler düşündüm izlemen gereken. Belki izlemişsindir bazılarını. Belki ne anlatmak istediğim zaten umurunda değildir, ama ben hazırladım işte, kısacık bir liste.. sadece hazırladım..



Hem ben seviyorsam ve ihtimam gösteriyorsam sana, bundan sana ne?



Tamam haklısın. Aşkın da ölmesi gereken durumlar var. Öldü zaten.



Şevkin bittiği bir zaman diliminde sana olan aşkım öldü.. Seni düşünmek, düşlemek mutlu etmemeye başladı birden.. Vapurun düdüğüyle, yolda top koşturan çocuklarla, bir "günaydın!" la mutlu olabilen benliğim, senin herhangi bir tezahürünle vurgun yemiş bir dalgıca dönüşüveriyor birden. Buna karşılık olarak, kendini korumak isteyen egom tüm imgelerini silmeye başlıyor. Silemediklerini ise bir toksinmişçesine vucut dışına atmaya uğraşıyor. Kimi gözyuvalarımdan, kimi derimdeki gözeneklerden kapı dışarı ediliyorlar, ama hepsi kancalı arı iğnesi gibi.. Çıkarken acıtıyor, kanatıyorlar.. Ana’mın hayaletini hissediyorum çevremde, yavaş yavaş, sarıyor yaralarımı, her bir damlamı içiyor, öperek rahatlatıyor beni...



Hızla ateşim yükseliyor, mikrop bulmuş bağışıklık sistemimin işi olsa gerek.. Tüm vucudumun Wellingstondaki Napolyon askerleri gibi seferber olduğunu ve tüm kuvvetiyle taaruz ettiğini hissediyorum. Açıkçası aşkı öldürenin ne olduğunu bulamadım, ama tamamen bedensel bir şey galiba. Hormonlarla ya da sinirlerdeki elektrik akımıyla da ilintili olabilir..



Neyse... Dedim ya, tüm imgelerin atılıyor şu an benliğimden.. Birkaç saatlik bir işlem diyor beynimdeki ekran. Tam olarak ne kadar süreceğini hesaplayamıyor tabii.. O kadar çok izin var ki.. Ancak bu sürenin önümdeki rakı şişesindeki dolulukla orantılı olduğunu düşünüyorum.. Boğaz da nazire yapıyor hani.. Işıl ışıl her yanı.. Meltemiyle sarıyor bedenimi yardım edercesine. Ateşimin biraz düştüğünü hissediyorum. Son alınan bilgilere göre vucudumda birikmiş kurtçuklar misali anıların var. Atılmaları bir kaç gün sonraya denk gelecek gibi, zira daha bir saat önce tuvalete gitmiştim.. Ama merak etme artık rahatsız olmayacaksın, ne duygularımdan, ne de mutsuzluğumdan.. Nasıl olsa bir kaç gün sonra sadece bir “kadın” olacaksın hayatımda.. Unutmadan tekrar belirteyim. Beynimdeki "delete" tuşuna basmadım. Tüm bu işlem tamamen genlerimle bana ulaşan ilkel bir korunma mirası...



Aşkın bittiği an ben, ben oldum; sen öldün..







Zeytin









Küçükken dinlenen masallar her çocuğun gelişiminde önemli yer tutar. Mehmet’e bu masalları anlatan büyükbabasının ilk eşi Zeytin’di. Renkli gözlü, al al yanaklı dünyanın en tatlı büyükannesiydi. Mehmet’in sadece baba tarafından üç tane nineye sahip oluşu, ona ayrı bir haz veriyordu, ancak nine dediği kadın hep zeytin gözlü Zeytindi. Yarı sağır olan bu kadın gün boyunca koca bir kazanda sözcük kaynatır, geceleri de bu sözcükleri bir araya getirip, torunlarına yedirirdi. Masalların hem gerçek dışı oluşu, hem de bir o kadar gerçekçi olması çocukların aklını başından alır, sadece çocuklar değil koca evin yaşı geçmiş kızları, evlilik çağındaki oğlanları da bu ardı arkası kesilmeyen hikayeleri beklerdi gün boyu.



En vurucu olan, gerçek hayattaki insanları karakter edinmiş olmasından dolayı, Osman’la Vesile’nin aşkıydı. Denilenlere göre Hacı Osman hep böyle ak sakallı bir dede değilmiş. Gençmiş bir zamanlar ve çapkınmış da... Bir gün şehirden köye gelmek için bineceği minibüsün kenarında dilenen bir dilenci görmüş. Güzel değilmiş. Pek akıllı da görünmüyormuş. Ama yeşil gözlerindeki hüzün Osman’ı kalbinden vurmuş.



Mehmet tabi atlar burda. “Benim anam yeşil gözlü değil ki! Ceylan gözlü!!”. Zeytin içini çekerek, bu Vesile’nin o Vesile olmadığını anlatır ve devam eder. Osman hemen oracıkta evlenme teklif eder kadına. Kadın kabul eder. Koşar adımla belediyeye gider ve resmi nikahı bastırır. Resmi nikahla evlendiği ilk kadındır bu, ama gerçekte bir karısı daha vardır ve evde bekliyordur. Tabi kimseden korkusu olmayan Osman, hiçbir şeye aldırmadan yeni geliniyle köye varır. Evde kıyametler kopar birkaç gün, tabi tüm kıyametler Osman’ın arkasından. Yüzüne karşı kimsenin bir şeyler demeye cesareti yoktur. Yeni gelin de tuhaf çıkar. Meğersem deliymiş. Ama öyle böyle deli değil, zırdeli! Sevdadan demiş doktor. Sevdiği erkek Kurtuluş Savaşı’ndan dönmemiş. Vesile güneş batarken elma ağaçlarının gölgesinde uğurlamış Mehmet’ini ve her günbatımında elma ağacı arar, buldu mu da sabaha kadar dibinde oturur kalırmış.



Mardin’inin kuzeyinde kalan Elmabahçe köyünde adı üzerinde, nereye baksan elma bahçesi vardı. Her mevsim renk renk elmalarla süslenen bu köyün sınırlarına yaklaştığınız anda kokuyu alırdınız. Yer gök elmadır. Kim, ne zaman, neden bu kadar elma dikmiştir bu ıssız köye bilinmez.



Bir sabah Zeytin uyandığında midesi bulandı. Hamile kaldığından korktu, ama kendi de biliyordu ya Vesile geldiğinden beridir Osman yatağına uğramamıştı. Banyosuna çağırmamıştı. Etrafı dinledi. Ezan daha okunmamıştı. Gerçi okunuyor olsa da kendisi duyamayacaktı. Bir şeyler eksik diye düşündü Vesile. Duyularından birinin eksikliğinden olsa gerek, koku alma becerisi muhteşemdi. Zaten bu sayede yaşardı. Bu sayede köydeki en güzel yemekleri pişirir, yoğurdun, peynirin kıvamını bu sayede tatmadan anlardı. Erkeğin kalbi midesinde geçer derler ya, hakkaten doğruydu. Osman’ın onu gelin almasının tek sebebi belki de bu beceridendi.



Sabahın kokusunda bir eksik vardı. Erkeğinin kokusunun eksik olması normaldi de elma kokuları neredeydi? Yeşil elma ağaçları evin hemen önündeydi. Aceleyle dışarı çıkmaya yeltendi, ama bu saatte göz gözü görmezdi ki.. Osman’a koştu. Ama odasında olmadığını görünce, önceki geceyi hatırladı. Çocuklar uyuduktan sonra Osman’ın Vesile’yi alıp dağa götürdüğünü anımsadı. Dedikodu çıkmış meğer. Vesile’nin tek başına geceleri dışarılarda kalmasını konu komşu ayıplamış. Koca Osman Ağa’ya yakışır mıymış bu! İki kadına lafını dinleten, “Höööt!” dedi mi kuytudaki yılanı korkutan Osman Ağa bu şehirli kadına mı laf dinletemezmiş. Uzar gider bu konuşmalar. Vesile’nin kulağına çalınmıştı ya bu sözler, kıskançlığın verdiği tutumla “bana ne, varsa günahı, cezasını bulur” diye düşünmüştü. Dün akşam ceza günüydü işte. Sırtında tüfeği, ardında çoluğu dağa çıkmıştı Osman. Geri dönüşü olmazdı. Peki Osman nerde şimdi? Ya elma ağaçları!



Öğleye doğru geldi Osman. Yüzündeki yıpranmışlık, sinir ve öfke kimseyi yanına yaklaştırmadı. Herkesin kafasında elma ağaçları. Herkesin sormak istediği köyün geliri olan ağaçlar. Ağaysa cevabını bilecekti. Ağaysa cevap verecekti. Tam eve girerken bu meraklı bakışları görebildi Osman. “Artık yok” dedi. İçeri girdi. Kiminin gönlünde kışı geçirme telaşı, kiminin gönlünde malını yitirmiş olma belası, birinin gönlünde sevdası. Mardin’in bu ıssız köyünde yaşayanlardan biri hayatında ilk defa köyünün bu ıssızlığına lanetler okudu.



****************************************************************************





Mehmet yine atladı. “Ama benim ninem ölmedi ki..” Ağlamaya başlamıştı. Sürekli olarak ninesinin ölmediğini sayıklıyor, krize girmiş gibi ağlıyordu. Zeytin yeminler etti. Bu Vesile’nin, ninesi olan Vesile olmadığına, sadece isim benzerliğinin bulunduğuna inandıramadı. O gece Mehmet hayatındaki gözyaşı limitini doldurdu. Bir daha hiç ağlamayacaktı. İstese de ağlayamayacaktı.



Biricik torununun bu şekilde ağladığını duyan Osman yatağından kalktı. Odaya hışımla girdi. Bir suçlu aradı. Buldu. İdam sehpasına götürürcesine suçlunun koluna girdi. Zeytin yalvaran bakışlarını Memet’e dikti. Bu bakışlar unutulmayacaktı. Memet hayatı boyunca her ağlamak istediğinde bu bakışları anımsayacaktı. Kalksa, dedesine sarılsa, en azından ağlamayı kesse, yukarı kalkık parmağını indirse, ya da o parmaklar Zeytin’i göstermese her şey daha farklı olabilirdi. Sanırım Memed’in her işini, her tutumunu sorgulamasına, bir müddet sonra edimsiz kalmasına sebebiyet veren buydu. Karar vermeyen, kararlara uyan, itaat eden efendi bir adam olması bundandı. Onun kendini tutamadığı bir akşam o çok sevdiği ninesi gece boyunca dövüldü, gece boyunca ağlatıldı, gece boyunca inletildi. Kadına şiddete alışkındı Memet. Onun için gündelik bir olaydı. Annesinin bir gözü hep mordu zaten. Ama dedik ya annesi sadece bir gölgeydi ve gölgeler oğulları dahil kimsenin umurunda değildir. Güzeller güzeli Zeytin öyle miydi ya?



Köyün en güzeli Zeytin, kocasının dayaklarından yarı sağır olmuş zeytin gözlü Zeytin, küçük bir kızken tüm ailesi öldürülen yetim ve öksüz Zeytin, belki de öldürenlerden biri tarafından büyütülen, birkaç sene sonra belki de öldürenlerden biriyle evlendirilen gavur Zeytin, o geceden sonra bir daha duymadı.




******************************************************************************




Dalları kırılmış yaprakları dökülmüş bir ağaç odamda, yaşlı bir adam edasıyla, yadırgayan gözlerle bakıyor bana. Masamda deniz mavisi bir midye, cansız kabuklarıyla önümde, hatıralarımı fısıldıyor kulak kepçelerime. Köşede cızırtılı hoparlör, acı dolu farisi kemancıyı benden izinsiz dört duvarımdan içeri alıyor, kalbime seni sokuyor, hançer çıkarıyor.



Penceredeki ay manzarası uzun zamandır görmediğim mecnunu seriyor önüme. Bir parmak uzağında parlaklığıyla Leyla bekliyor onu. Artık kadim olmaktan çıkmış bilgeliğinde kitapların, bana bir parmak gelenin, bilmem kaç ışık yılı olduğunu hatırlıyorum. Ninemin karanlık gecelerde anlattığı doğu masallarını anımsıyorum neden sonra. “derler ki Mecnun Leyla’nın etrafında üç kez döner, ve kim bunu bıkıp usanmadan izler, sevdiğine kavuşur gönüller.”



Yaklaşık otuz yıl sürdüğünü söyledi astronomi okuyan bir arkadaş ona gösterdiğim iki parlak yıldızdan kızıl olanın, ışık olanın etrafında üç defa dönmesinin mümkünlüğünü sorduğumda. Tesadüf! Kahve fincanında otuz yıl sonra görüşeceğimizi söylüyor telve parçaları. İnanmalı mı bu benzerliğe? Yoksa hayatın tekrarlarını üst üste yaşamış benliğim kanmamalı mı bu kerizliğe? Daha kaç sene beklemeli bu soğuk odada. Daha kaç sene katlanmalı göğün bu lacivert koyuluğuna.



Yapraklarını döktü ağacım baharın başında. Biraz ben de yardım ettim makasımla. Şimdi güneş açmasını bekliyor her sabah, ama unutmuş olmalı bu çılgınlıkta, yaşadığı şehrin İstanbul olduğunu; zorluğunu, bir yudum aydınlığın pencereden süzüldüğünü görmenin. Kızamıyorum ona, ya da bölemiyorum huzurlu bekleyişini. Çok korkuyorum bir gün duyacak diye içimdekileri. Kendi kendime itiraf etmeyi. “Boşa bu bekleyiş sevgilim, sen ki sarayının selim bahçesinde, atıştırırken elindeki huzurdan, çölde bekleyen bu bedeviyi mi anacaksın yerinden?”



İçindeki canı kaybetmiş kuru midye, açıyor kabuklarını bir hevesle. Geriniyor umutla her gece. Özü gitmiş canım kabuklarım hala denizi öz-lüyor ve üzerindeki parıltılı ahenge bir su damlasının değmesini gözlüyor. Tuzun yaktığı düşlerinden, dokunuşlarımla uyandırsam… Hakkım var mı acaba, yalın gecelerini öpücüklerimle yanlışlamaya!? Avuçlarıma alsam soğumuş bedenini ve ateşimle ısıtsam. Bilecek mi gideceğimi? Bile bile buna göz yumacak mı? Peki giderken ruhumu ona bıraktığımı?



Dalgalar halinde isot parçaları geliyor köşeden, kemanı meşeden, teni kavruk farisiden. Kalksam “sus” düğmesine bassam. Halim yok ki… gücüm yok ki… Yaslanacak sigaram yok ki… Buzdolabından yoğurt getirsem, kırmızı saplı hançerinle açtığın göğsümden içeri akıtsam ve Ana’mın dualarını okusam ardı ardına, eli yanmış çocuğun gözyaşlarından kurtulsam. Bu arada kalemim bekler mi acep bıraktığım yerde yoksa eriyerek biter mi?



Lekelerim vardı benim. Bilmediğim, görmediğim.. Bazı bazı hissettiğim ancak tam olarak dokunamadığım lekelerim.



Eminim ki bir psikoloğa gitseydim, o bulurdu onları.. Çıkarabilir miydi bilmiyorum. Büyük ihtimalle çocukluk anılarında arardı onları. Belki hipnoz ederdi. Babamın ailesini nasıl terk ettiğini ya da annemin nasıl boğazıma sarıldığını seyrederdi benimle. Ninemi nasıl sağır ettiğimi, gece rüyama giren serpentleri görürdü. Alnımdaki şişliği bir avuç tükürüğe, boğazımdaki yutkunluğu dedemin ellerine bağlardı.



Ancak ben böyle bilimsel bir yol yerine sana geldim. Çünkü fark etmiştim tüm lekelerime derinlemesine işleyeceğini. Belki o sert duruşunun ardında gizlenen merhametin ve şefkatindi beni böyle bir yola iten. Sebebi her neyse işte.. Böyle girdin hayatıma.. ve biliyor musun? İşe yaradı. Yavaş ve huzurlu bir tedavi süreciydi yaşadıklarım. İlginç olan, görünür olanın şu an anlattıklarımdan çok farklı oluşuydu. Zira hep ben seni iyileştiriyor olduğumu hissetmiştim bu süreçte.



Sonra.. Sıkıldığını söyledin birgün. Ben miyim diye sordum. Hayır dedin. Başkalarıydı seni sıkan. Başım döndü. Midem bulandı.. Bir daha sana dokunamayacağımı anlamıştım. Bir kuytu köşede şüphelerimi doğrulayacak izin peşine düşmüştüm. Göğüslerinde serpentin ısırıklarını, ellerinde yılan derisinin o kesif iğrenç dokunuşunu aradım. Bulduğumda artık çok geçti.



Bir Pazar sabahı ruhumun tam ortasında büyüyen bir leke oluverdin, her yanımı sarıveren.



Pislettiğin gönlüm, yüzümü aldı benden. İrademi aldı. Artık sadece bir iç sesim. Kim yaşıyor beni, kim yiyor, kim içiyor bilmiyorum. Daha ölmedim biliyorum bunu. Peki yaşıyor muyum? Bilmiyorum.









Anlam









Aksak anların bulamacında yanlışlarını anımsayan andavalın anırmaktan başka çaresi yoktur. Üzerine yağan anıların her biri bir yağ damlasına dönüşür ansızın ve yüreğinde biriktikçe bu damlalar, anlamlar yan anlatılarda ağarmaya başlar, birleşip bir ağıtlar ağı oluştururlar. Her bir hıçkırığında yanılgılarını unutmamaya ant içerek, anıra anıra ağlar andaval. Binlerce an ile bezenmiş kalbe ağda yaptırmak gibidir bu. İyisiyle kötüsüyle o yağlara saplanmış, serpilip büyümüş gereksiz tüylerden kurtulmanın tek yolu budur.



Bir nevi eşeğin ta kendisi olmaktır yani. Bu nedenle eşeğin gözlerindeki hüznü taşır andaval. Ağrıyan ruhunu arındırmak için yağmura emanet eder kendini, sele kapılır, çamura bulanır.



Yataktan kalkmasının yolu bir selamdır yardan, ama duyduğu kendi sela'sıdır minarede durmuş hocadan.



Anlayamaz ak aklı çoğu zaman, idrar yollarındaki şişkinliğin zorladığı bu vakitlerde, rüyada mı yoksa rüya mı olduğunu. Bilir, dedesi söylemiştir çünkü. “Aferin eşeklere denir.” Sadece eşekler bir aferin için iş yaparlar. İnsan dediğin dışarıdan gelen aferinlerle çalışmamalıdır. Hayatını tasdiklerin ve takdirlerin emrinden çıkarmalıdır yani. Yaşam dediğin olanca gücüyle akan nehre karşı dimdik durmak ve bu duruşu onurlandıracak anıtlar yapmaktır.



Su kaynağının yanıbaşındayız. Hamam günü. Pınardan akan su, kanallardan yirmi metre ötedeki taş yapıya varır, orda birikir, kazanları doldurur, on metre daha akıp havuza varırdı. Havuz ise içinde topladığı suyu haftanın belirli günlerinde bahçelere akıtırdı. Ceviz ağacının altında oturmuş Osman, yanıbaşında ben. İkimiz de kadınların bizi alıp yıkayacağı zamanı bekliyoruz. Sırada genç kızlar var. Önce onlar bitirmeli banyoyu. Sonra biz. Dedemin bu yaşta kadınlar tarafından yıkanmasını anlayamazdım. Sordum zaten. Gülerek benim de aynı durumda olduğumu, kadınlar tarafından yıkandığımı söylemişti. Küçük olduğumu belirttiğimdeyse bir kahkaha patlattı. “Kadınlar sadece banyo yaptırmaya yararlar. Başka bir işe yaradıklarını gördün mü sen hiç?”. Hak vermişim, çünkü verdiği cevap kafamın bir yerlerine kazınmış olmalı ki, daha sonra beraber olduğum kadınlardan beklediğim en önemli şey bu olmuştu. “Peki dede, burası Elmabahçe köyüyse neden hiç elma yok?”. Hüzünlü gözlerle bakmıştı bana. Aslında beni görmüyordu. Şu an anlıyorum ki geçmişte bir yerlere takılmıştı. O zamanlar farkında değildim tabi. Derinden bir sesle “Bilmiyorum, ben yapmadım” demişti. O an çocukların çığık sesleri duyuldu. Anlaşılan koca sarı bir yılan hamama girmiş, korkutmuştu onları. Çığlıklardan da ürküp, havuzun ordaki kavak ağaçlarının oraya kaçmıştı. Yılanı görebilmek için dedemi yalnız bırakıp havuza doğru koşmuştum. Şimdi düşünüyorum da o yılanın peşinden gitmeseydim, belki de dedemi o gün ağlarken görebilecektim. Ne kadar uğraşsam da göremedim o yılanı. Herkes parmaklarıyla onu gösteriyor, Süleyman amcam onu öldürmek için taşlar atıyor, ama ben onu göremiyordum. Uzaktan dedeme baktım. Yüzünde endişe yoktu. Bıraktığım gibi hüzünlüydü. Süleyman amcama güvenine bağlamıştım o zamanlar. Ben dahil herkes korku içerisindeydik çünkü. Yılanı görememiş olmanın da hüznüyle dedeme koştum. Heyecanla yılanı anlattım. Boyunu abarttım. “sen gördün mü o serpenti?” diye sordu. Göremediğimi ama yine de yalan söylemediğimi, gerçekten çok büyük olduğunu, kendisinin neden korkmadığını falan söyledim. Art arda sıraladığım kelimelerden bir anlam çıkarabilmiş olan dedem, “Göremezsin, ben de görmüyorum çünkü. Görmediği şeyden korkar mı hiç erkek adam?”.



Gerçekten de o gün o yılanı bulamadılar. Herkesin gözü önünde puf olup uçmuştu sanki. Süleyman amcamın daha sonraları torunlarına anlatacağı av hikayelerinin baş tacı oldu bu olay, çünkü tüm köy bilirdi ki Süleyman amcamın öldüremeyeceği, yakalayamayacağı hayvan yoktur. Havada uçan kuşu vurur, vahşi atları evcilleştirir, özellikle yılan konusunda uzman sayılırdı. Ne zaman bir eve yılan girse, orada biter yılanı öldürür, bıraktığı yumurtaları bulur ezerdi. Doğuştan bir yılan nefreti vardı ki sönmüyordu. Ne yazık ki hayatta en sevdiği insanı yılana kurban verecek, o sırada evde olamadığı için de ömrü boyunca vicdan azabı çekecekti.




********************************************************************************




Zaman yamandır. Nerden baktığına göre değişir şekli! Bukalemun gibi renklerini değil, duruşunu, cismini yani hacmini değiştirir. Mahiyetinin aynı kalıp kalmadığı ise tam bir muamma. Bazan süreklilik arz eder küçük beyinlerimize, bazan da zorlar sinirlerimizi onu bölmemiz için. Kimi zaman parça parça olur, kimi zaman sonsuzca süren bir nehir oluverir. Bazan yavaşlar, bazan hızlanır.



Zamanın içinde bir an vardır ki yaşam mıdır, ölüm mü bilinmez. Yaşamın kendiyle beraber ölümü var etmesi hem fikirde, hem de gerçekte kendini ispatlar. Bir an vardır ki sizi yaşar kılanın ölümünüzü de bu sayede var ettiğini anlarsınız. İnsanın balçıktan yaratıldığını söyleyen teoloji ile yaşamın balçıktan doğduğunu gösteren bilim söylevleri arasındaki benzerliğin, yaşam ve ölümü anlamlandırmaya çalışan aciz bireyi soktuğu kafa karışıklığında kaybolursunuz. Terkedilirken aslında kimin kimi terk ettiğini anlayamadığınız an, zamanın ne denli süreksiz ve bir o kadar sonsuz olduğunu an’larsınız.



Hatamı biliyorum. Hayatımda hata varsa o da zamanı durdurmam oldu. Küçük bir sarsıntı, bir noktada durdurdu nehirdeki akıntımı. Sanrılara sarılmış ruhum kozasından sıyrıldı. Sade ve sessiz bir şekilde olmadı bu durum. Dışardan gelen bir itkiyle varılan kıvılcım noktasıydı.



Kimi zaman eski gölgelerdir mesul, kimi zaman geleceğin kendisi. Sarsıntılar hiç beklemediğiniz anda gelen etkinin karşısında sararmaktır. Sararmanın kendisi de bir oluş şekli, bu nedenle içinde zamanı barındırır. Benim halim ise var olmak ile olmak istememek arasındaki bir git gel.



Ben hareket saati geçmiş uzun yol otobüs kaptanıyım. Yanlış dönemlere denk gelen aşkların ıstırabıyla kendiyle dalga geçen garip bir kişilik olarak karşınıza çıkarım her gün.



Beyoğlunun loş bir barında, sözlerle oynadığını sanan, ama sözlerin esiri olan eskimiş, başarısız ve sarhoş şairlerdenim anlayacağınız. Unutulmamak için yaşarken, kaderimin unutulmak olduğunu fark ettiğimde hareket saatimin geçmiş olduğunu anlarım. Tüm sözlerimi unutup sadece geç kalmışlığıma yanarım. Eski bir anadolu kasabasına göçüp, bir sahil şarapçısı tadında felsefe yapmak isterim. Ama dedim ya hareket saatim geçmiştir. Koca bedeni yerinden kaldıramam.



Yaşamı idame koşullarını yaratma sürecindeki monotonlukta kaybedip de bulamadığım, arkamda bıraktığım senelerin birinde unuttuğum ve artık bulmak istediğim; gece yarısı dizime yaslanmış bir yüze emanet ettiğim ve bir daha geri alamadığım, belki parayla tekrar alınır deyip çok çalıştığım ama ertesinde değerinin biçilemez olduğunu gördüğüm; hayalimde hep kısa boylu şişman bir obur olan, rüyalarımda ay çiçekleri arasında buluverdiğim, uyandığımda yanımda bulamadığım, öz-lediğim, özlediğim, nerde ve nasıl düşürdüğümü anlayamadığım içimdeki çürümüşlüğün ürünü elmas tanesini arar dururum. Gah bardağın dolu tarafında gah boşlukta anlamını araştırırım yaşamımın.



Sonuçta yaşam diye yücelttiğimiz, zevkin doruğundaki bir itkiden doğan ve sancılar şeklinde tezahür eden kasılmalar sonucu hayatın içine enjekte edilen sürekli bir değişim ve dönüşüm süreci değil mi?



İlk yıllarda duyu organlarından gelen zayıf iletilerin içine düşülür ve sürekli uyuklama halinde düşmenin itkisiyle düşler alemine dalınır. Yaşam hayatın içine düşenin düşleriyle var olma çabasıyla başlar ve yaş ilerledikçe anlaşılır ki düşlerle var edilir. Düşler düşüncelere düşer, düşünceler düşerken düşler. Düşünceler ortasındaki düşlerin dinamiğidir yaşam. Bunların yansımasına da hayat diyoruz kimi zaman. Peki anılara gömülüp kalan canlı gerçekten de hayatta sayılabilir mi? Devinimsiz, olmuş bitmiş bir gerçeğe saplanıldığında yapılması gereken nedir?



Beyinde saklı buğday tanelerinin filizlenmeden öğütüp un haline getirilmek ve unutmak tek çaredir. Ancak filiz vermiş, köklenmiş hatıraların unutulamayacağını herkes bilir. Kimi benliğini uyutmayı dener, kimi üzerine giderek kökenine iner. Gel gör ki böyle durumlarda her eylem abestir, iştigaldir.









Vesile









Diyarbakır’a çok önceleri Amed derlermiş. Bunu Diyarbekir’de doğan her çocuk bilir. Feodal sistemin daha başlangıç aşamalarında kurup büyüttüğü bu şehir, dört yanıyla sağlam surlarla çevrilidir. Anlatılanlara göre Mezopatamya topraklarının görüp göreceği en büyük devletlerin başkentliği yapmış olduğu için bu denli aşılmaz surları vardır. İsmi de buradan gelir: Med’in başı. Yoksulların gecekondu yapmak için kendinden aşırdığı taşlarına rağmen, Amed’in surları hala yerli yerindedir. Bir zamanlar savaş esirlerini tutsak etmiş karanlık dehlizleri, şu an kentin şarapçılarını esir eder gece gündüz. burçlarının tepelerinde Osmanlı okçular yerine Türk piyadelerini barındırır. Şehrin büyümesiyle, surların kent merkezinin ortasında kalması, Diyarbekirlilerin kendilerini hala eski dünyada hissetmelerine sebep olur. Sanki hala koca bir devletin başkentinin ev sahipliğini yapıyorlardır. Mardinkapının dar sokaklarında yürürken gördüğünüz yoksulluk içindeki insanların yüzlerindeki gurur bundandır. İlkokulda çocuklara ulu Türklerin ulu savaşları anlatılırken, evlerin önündeki basamaklarda yaşlılar, Diyarbekir'n ulu tarihini anlatır. İki farklı kültürün kendilerine has üstünlüklerinin enjekte edildiği bu çocukların hepsi kendilerini geleceğin dünya fatihi sanarak büyürler. Edindikleri düşünce sistemleri ne olursa olsun, ister Marxizm ister İslamiyet, her bir diyarbakırlı dünyayı daha iyi bir yere götürebilme gücüyle dolu hisseder kendini. Eylemlerinde onları koruyan yegane şeyse şehrin surlarıdır. Yani bedenleridir. Beden dedikleri surların güveniyle, kurşun geçirmez vücutlara, şaşmaz fikirlere sahip olurlar.



Cihat fikri kaldırımlarda büyüyen bu çocukların benliğine o denli derin işlenir ki, ithal malı devrim kavramıyla karşılaştıklarında yabancılık çekmezler, ilintili diğer düşünceleri benimsemeleri birkaç piknik gezisi kadar zaman alır. Bireyin üstün düşünceler karşısında, sadece küçük bir noktadan oluşuyor olduğu o kadar normaldir ki sorgulanmaya değmez. Sadece ve sadece başka bir canlıyı öldürmek için icat edilmiş bir makinenin küçük ellerde görülmesi, Salı günleri mahallede pazar kurulması kadar olağandır. Bunu ötesinde bir kişinin ölümü kendi ailesi haricinde kimseyi etkilemez, sokak ortasında patlayan silahların sesi kent yaşamını bir an olsun dahi duraklatmaz. Şiddetin, tüm olanların açılımlarında barınan üstsel söylemlerle kuşatılması, meşruiyeti ortaya çıkarır. Yerel gazeteler kimi zaman ölen kişilerle değil olası katillerle ilgilenir. Neticede durum belirgindir. Diyarbekir sokaklarında yürüyen insanlar değil, siyasi açılımlardır.



Sümerlerden beri var ola gelen egemenlik biçemleri geçen onca zaman rağmen hayattadır. Suya ve toprağa hakim olma birincil sorundur. Hükmetme dış tehditlerin bazen yapay bir biçimde büyütülmesi hatta üretilmesi yoluyla sağlanır. Tehdidin olmadığı durumlar şimdiye kadar hiç görülmemişse de tehditsiz bir ortamın şehri parçalayacağı bellidir. Ohal’in kasıp kavurduğu günlerde de durum böyleydi. Tek sorun, karmaşıklaşan uygarlığın tehdit unsurlarını kavramsal açıdan çeşitlendirmiş olmasıydı. Bu da çözümleri arttırıyor, çözümler arttıkça, taraflar artıyordu. Sümerlerde dış tehdit kullanılarak merkezi erk güçlenir ve bu sayede istediği gibi at koştururdu. Ancak anlattığımız günlerde her bir olay, farklı bireyler için önceldi ve geliştirilen çözümler uyuşamayacak kadar farklıydı. Gençler çoğu yapay olan kavramları kendilerine rehber ilan edip, günlük yaşayışlarının benzerliklerini görmezden gelerek diğer rehberlerin boyundurukları altına girmişleri öteki sayıyor, bir müddet sonra herkesin bir diğeri için öteki olduğu uçurum kıyısına doğru yol alıyorlardı.



*******************************************************************************



Tam anlamıyla siyah beyaz bir filmdir Diyarbakır. Uçları yaşatan, uçlarda yaşayan bir topluluktur kimi zaman. Büyük kürede beyaz olan, surlarla çevrili bu yaşamda siyahtır, siyah ise beyazdır. Gri ölmüştür çok eskilerde, ya o’sundur, ya da bu.



Hayattan alınan her kare Diyarbekirliler için başka bir muhabbet kaynağıdır. Seksenler tüm Türkiye nin eve kapandığı günlerken, bu şehrin kahvehanelerinin bayramı olmuştur. Çoğunlukla eski bir yunan trajedisinin kentlerinden biri gibidir. Çünkü ağlanacak her şey komik, gülünecek her şey üzücüdür.



Eleştireldir Diyarbakır şehri ve bir o kadar muhafazakardır. Eleştirel yanı pratik, muhafazakar yanı ise dakiktir. Bin yılların surları sıkmaya başladığında, zaman ve mekan üzerine kurarken birileri Diyarbakırın gelmişi ve geçmişini, diğerleri çok çabuk bir biçimde bu surların gediklerinden çıkıp çevresinde dolaşarak hayal etmişlerdir kenti.



Dedik ya eski bir Charlie Chaplin filmidir orda yaşam. Kavga dövüş sıkılan gençlerin sineması, açlık yoksulluk erdemin bir parçası, işsizlik ve boşluk kahvehanelerin okey turnuvalarıdır. Ohal demek geceleri bakkala yapılan gizli görevler demektir çocuklar için. Deniz kenarına değil gösterilere gidilir taş sektirmeye. Spor dediğin polisten kaçmaktır, fitnes dediğin mahallede kurulan insan pazarlarında bekleyip inşaat ustalarının verdiği şantiye biletleriyle bedava yapılabilecek bir şeydir.



Fabrika kurulması sömürgecilerin şehre girişi; gap, İsrail ile olan ilişkilerin sağlamlaştırılması; asayiş raconun bozulması, medeniyet mini eteğin yaygınlaşmasıdır. Şehrin entelleri cami hocaları, polisleri mahallenin delikanlılarıdır. Sanat mezar taşı yontmacılığında, bilgi birikimi ve üretimi, üç günde bir nasıl çocuk yapılır sohbetlerinde olur. Dedik ya neye güleceğiniz, neye üzüleceğiniz biraz farklıdır bu şehirde. Önünüzde iki şiş ciğer varsa, bu yeterdir mutluluğunuza.



Dünyanın en eğlenceli insanlarıyla dolup taşmış gibidir caddeler. Sokaklar susmayan bir çocuk korosuyla doludur. Ölüm o kadar yakındır ki; tüm gün ne kadar gülseniz yanınıza kardır. Herhangi bir mekana oturduğunuzda bir bakıverirsiniz ki siz de muhabbetesinizdir, öyle misafirperverdir halk. Cebi olmasa da gönlü zengindir bu yörenin insanının. Dostu için canını, yari için ruhunu verir; ama vazgeçmez olduğu gibi yaşamaktan, bir Diyarbakırlı olmaktan. Deniz kenarı tembel yunan filozofudur herkes. Yoldaki işportacı size das kapitalden örnekler verir, şehrin delisi gündelik siyasi yaşama isyan edendir, esnaf desem o zaten aşmıştır. her biri bir Hıncal Uluç’tur.



Ticaret merkezidir bir de, ama dedim ya eski bir destan gibidir bu ticaret de. Satılan mallar fi tarihinden kalmış gibidir. Bir nevi binbir gece masalı yaşarsınız pazarın merkezinde.



Bilgiye önem verendir diyerbekir. Dünyadan haber almak onun için en önemli şeydir. Evinde buzdolabı olamayanın dahi yüksek teknolojide çanak anteni vardır. Akşamları CNN, BBC izlerler hiç anlamasalar da, çünkü Türkiye medyası satılmıştır gökteki doğana.



Hasılı Diyarbakır, Diyar-ı bekirdir. Ameddir, yani A şehridir herkesin gönlünde. Birdir ve tektir. O şehirlerin en ulusu, en güzelidir(Sümerlerden kalma bir alışkanlıkla, yoğun bir şehir milliyetçiliğini haizdir). Dediğim odur ki Diyarbakır doğunun Paris’idir.



Çocukluğum Diyarbakır’da geçti. Herkes çocuk olduğumu söylerken ben büyümüş olduğumu sanıyordum. Babam bu sene iflas etti. Bir sene önce de Anam Vesile’yi kaybettim. Herkes oğlunun derdine olduğunu söylüyor, ama hatırlıyorum o günleri. Yaptıklarımı. “Yine ne yaptın?” diye sormayın kızarak. Çocukluk aklı işte. Her şeyin güzel olmasını ister çocuk, herkesin gülmesini, herkesin oynamasını, herkesin mutlu olmasını ister. Her gün bayramdır onun için.



Ninem beş senedir yatalaktı. Şeker hastalığı ve yüksek tansiyonun etkisiyle yarı felçliydi. Bir zamanların zor kaynanası, gelininin bakımına muhtaç düşmüş, gelininin yemeklerine kalmıştı. Halbuki iyi yemek yapmasını öğretmemişti gelinine. Daha küçük bir kızken evlenmiş olan Rahime, anasının koynundan ayrıldığı vakit hala çamurdan pastalar yapar evcilik oynardı. Tüm köylü kadınları gibi egemenliğinin ev işlerinde olduğunu varsayan Vesile, Rahime’ye gün boyu kaba işler yaptırır, ince işleri ise kendisi ve kızları yapardı. Akşam ki “Aferin”leri Ana ve kızları alırdı. Rahime’nin ise tek yapabildiği oturduğu yerden, düşler kurmaktı. Belki bu nedenledir yalan rüzgarını, dallası en çok onun sevmesi.



Kaderin cilvesi o ki beş sene bu gelininin ellerine kaldı Vesile. Osman yanına çağırdı gitmedi. Ohal döneminde Diyarbakır’a gelmişti Osman. Terör nedeniyle bırakmak zorunda kaldı, savaş sayesinde kazanmış olduğu toprakları. Doksan beş yaşındaydı zaten. Ha gitti ha gidecekti. Ama gitmeden önce köyünü terk etme hüznü ruhunu çökertmişti. Beden zamana yenilmiş olsa da zihni ve ruhu karşı koymuştu zamana. Köyden şehre geliş ise bu karşı durmanın sonunu getirdi.



Neyse ölüm diyorduk. Ailecek zaten ölü gibiydik. Ana’mın saygısına evde uzun zamandır, dolma, mantı, börek gibi şeyler pişmezdi. Tüm yiyecekler yağsız ve tuzsuz olurdu. Çikolata ise rüyaydı bizim için. Bu yasakların hepsi Ana’mın canı öyle şeyler çekmesin diyeydi. Bir defa sadece bir defa annem dolma yapmıştı da evde kıyametler kopmuştu. Canı dolma çekince Ana’mın felçli haline rağmen alıkoyamadık onu yemekten, sonrası ambulans, doktor ve hastane. Öldüğü gün de buna benzer bir şey oldu, ama benden başka kimse bilmez. Babam tüm evi sorgulamıştı da beni sorgulamak aklına gelmemişti sanırım. Çikolata almıştım gizliden. Kimseye göstermeden. Okuldayken alırdım zaten ama bu sefer eve de getirmiştim. Tek derdim Ana’mla o zevki paylaşmaktı. Koca çikolatanın yarısını ben yarısını o yedi mutlulukla. Hep o anı anarım, Ana’mın yüzüne ihtiyaç duyduğumda. Çoğunlukla asık suratlı olurdu zira. Yarım saat bir şey olmadı. Bir saat bir şey olmadı. Dışarı çıktım küçük bir topun peşinde koşturmaya. Kaledeyken gördüm ambulansı. Koşar adım eve çıktım. Ana’mı gördüm. Yüzü solmuştu, yarı baygındı. Babamın sırtında aşağı taşınıyordu. Bir daha yukarı taşınmadı.



Doktor babama şekerinin çok yükseldiğini, bunun dışarıdan bir şeker takviyesi olmadan olmayacağını, ölümüne bunun sebep olduğunu söylemiş. En azından babamın bana anlattığı buydu. O gece babam annemin kollarına girdi, idam sehpasına götürürcesine. Dedemden böyle görmüştü, böyle devam ediyordu. Annemin çığlıklarından o gün hiçbirimiz uyuyamadık. Sabaha çıktığımızda, annem o suskun haliyle kahvaltı hazırladı. Masaya oturduğumuzda geçen geceki harpte tüm dişlerini kaybettiğini fark ettim.




******************************************************************************




Memet hemen tüm insanlar gibi dünyanın kendi çevresinde döndüğünü sanırdı. Tüm olayların başlıca aktörü kendisiydi. Kötü olayların sebebi o, iyi olayların kahramanı oydu. Ana’sının o gün Osman tarafından ziyaret edildiğini bilseydi, yine de böyle düşünmeye devam eder miydi? Cevabı hiçbir zaman bilemeyeceğiz çünkü öldü o; ama büyük ihtimalle böyle düşünmeye devam ederdi; çünkü bu dünyadan geçip gitmiş biri olmanın yolu, olaylarda bazı etkilerde bulunmakla olur. Kendimizi sahnede bir aktör olarak düşlediğimizde ve filmimizin de mutlaka gişe yapacağını sandığımızda ancak ve ancak var olduğumuzu hissederiz. Sesimizin duyulmadığı, anlattıklarımızın dinlenmediği, yaptıklarımızın sonuçlarının olmadığı bir dünyada var olabilir miyiz?



Osman o gün sarı yılanı gördü evinde. Şehrin ortasında koca bir yılan gördüğünü söylese, oğlu Süleyman babasının delirdiğini düşünürdü. Kendisini anlayabilecek tek kişiye gitti Osman. Ana’m Vesile’ye.



Vesile odada yalnızdı, çocuklar daha okula dönmemiş, gelin ev işlerini yapıyordu. Selam verdi Osman biricik sevgilisine. Selamı almadı kocasından Vesile. Sarı yılanı gördüğünü söyledi kendisini erkek sanan, kadın oralı olmadı. Korkularını açtı yaşı geçmiş ak sakallı. Kocasına dermanın kendisinde olmadığını açıkladı beyaz saçlı nine.



- “Hala neden küssün bana? Bitmez mi bu dargınlık bunca yıldan sonra?”

- “Biter mi Osman? Dallarımı kestin sen bir gecede. Ruhunu sarı bir yılana sattın. Az kalsın öldürüyordun beni dağ başında!”

- “Dallarını kırmasaydım, kıskançlığımdan seni öldürecektim. O sarı yılan olmasaydı, sana bir zeval verecektim”

- “Aynaya baktığında kendini görebiliyor musun Osman? Çünkü sen artık sen değilsin. Ben de ben değilim. Elmalarımı aldın benden, gözlerimin ferini aldın. Sevdiğimi aldın!”



Sustu yılan. Konuşmadı. Vesile acıyla yandı. Karşısındaki Osman değildi ki..! Boşuna nefes tüketiyordu.



- “Senin ruhunu ben almak isterdim ama, senin ruhun gelip alacak seni”

- “Tısss” diye tısladı yılan. “Artık o ezik Ademoğlu değilim. Utancımdan arındım”

- “Ne uğruna peki? Tüm ağaçların kesilmesi uğruna mı? Tüm ruhunu şeytana satarak mı? O serpentin sana verdiği yol bu muydu?”

- “Serpentin verdiği yol mu? Serpentin yuvasıydı orası! Hatırlamıyorsun olanları. Dur da anlatayım sana...”

- “Neyi anlatacaksın Osman senelerce beni şehirde yaşattığını, yediğimi önümde, yemediğimi arkamda mı bıraktığını. Geç bunları adam olmamışsın sen daha!”

- “O gece seni öldürmek için çıktım yola. Elma ağaçlarının arasında bulacaklardı cesedini. Ama tam tetiğe basacakken, serpent çıktı karşıma gözlerinden ısırdıktan sonra arkandaki elma ağacına çıktı. İndiremedim onu. Ben de ağacı kestim. Sonra diğer ağaca tırmandı. Onu da kestim. Tüm gece onu öldürmek için kestim o ağaçları.”

- “Hadi ordan bir gecede biter mi onca ağaç.”

- “Bilmiyorum Vesilem, bilmiyorum. Sabaha karşı yanına geldim. Yoktun orda. Yılan da kaçmıştı. Seni yiyip bir kuytuya saklandı diye düşündüm günlerce. Sonra şehirde buldum yine seni. İlk gördüğüm günkü gibiydin. Ama yüzün değişmişti. Gözlerinin rengi kararmıştı. Beni de tanımıyordun. Yine aldım seni yanıma. Sendin. Biliyordum. Tanımaz mıyım ben seni?”

- “Ah Osman ah.. Dilencilik etseydim de sana varmasaydım.” Bu söz dokundu yaşlı adama.

- “Senelerdir haksızlık ediyorsun bana, seni o yılandan kurtarmak için kestim o ağaçları.”

- “Beni öldürmeye götürmemiş miydin sanki?”

- “Öyle ama yılan sana saldırınca öfkem gitti, kıskançlığım gitti. Tek derdim seni kurtarmaktı.”

- “O yılanın ağzında son bulasın Osman!!”



Çok yıprandı o gün Vesile. Olanları tekrardan hatırlamak tüm gücünü aldı. Halbuki ne güzel unutmuştu olanları. Torununun hastalandığı gün geldi geçmiş tüm haşmetiyle. Üşütmüştü Memet. Doktor tavsiyesiyle elma almıştı Vahap oğlu için. Rendelenip verilecekti bebeğe. Elmalar rendelenirken girdi içeri Vesile. Uzun zamandır almadığı kokuyu aldı. Başı döndü önce. Tansiyondur dediler. Oturttular. Ayran içirdiler, ama gitmiyordu elma kokusu. Torunu minik parmaklarıyla bulamaçla oynuyordu, Vesile yavaş yavaş geçmişine dönüyordu. Yavuklusu düştü ilkin gönlüne, sonra anası, babası, akrabaları. Elma ağaçları düştü sol yüreğine, sonra testere sesleri, Osman’ın öfkesi. Artık hatırlıyordu ama Vesile unutmaya zorladı kendini, çünkü anımsadıkça susacaktı, sustukça yok olacaktı.



O gün felç geçirmiş ve yatalaklığa mahkum beş sene başlamıştı.




*********************************************************************************




Elazığ’ın sınırlarında kalan ama Diyarbakırlılar tarafından deyim yerindeyse işgal edilmiş olan Hazar gölüne iki günlüğüne tatile çıkmıştık. Tatil dediğimiz, arkadaşların yazlığında gün boyu iskambil oyunları oynamaktı. Döndüğümde kimse yoktu evde. Dedem’lere gitmişlerdir deyip, üzerimde şortumla Mardinkapı’nın dar sokaklarından geçip dedemin evine gittim. Vardığımda herkes şaşkın, bana bakıyordu. Amcam Süleyman dayanamayıp sordu, “Dedenin yasına böyle mi geliyorsun? Kalk çayın başına geç!”. Belki üzerimden kaynar sular dökülecekti, belki şok geçirecektim belki de hemen oracıkta ağlayacaktım dedemin öldüğünü duyduğumda, ancak bunların hiçbiri olmadı. Günlük işlerin peşine düşmüştüm. Babam ve amcalarım perişan haldeydi. Sağ kalmış tek ninem kendini duvardan duvara vuruyor, ağlıyor, zırlıyor, harap oluyordu. İnsanların asrı devirmiş birinin ölmesine verdiği bu tepki benim için anlamsız geldi. Neticede herkes ölecekti ki yaklaşık bir asır yaşamış olmak yetmez miydi? Sanırım tatil rehavetini daha üzerimden atamamıştım. Yasa karşı bu kadar duyarsız olmamın sebebi ancak bu olabilir. Çay yapıyor, mıra hazırlıyor sonra bunları içeridekilere dağıtıyordum. Evin bu kadar kalabalık olması ise ayrı bir garip. Bırakın ölenin ardındakiler rahat rahat yas tutsunlar, tutulacak bir şey varsa elbet.



Gerçi çay ocağında kuzenlerimin anlattıkları ölüm hikayesine hala inanmıyorsam da dedemin gidişinin ardında bu kadar kıyamet kopmasının sebebi mucibi olan ilginç hikayesini size anlatmam gerek. Ailemize nine olarak gelmiş son kadın olan Ayşe hatun, sabah kalktığında salondan kesif bir kokunun geldiğini sezmiş. Salon çürümüş elma deposu gibi kokmaktaymış. Önceki akşam Osman en azından iki kilo elma yemiş. Ayşe hatun Hacı’nın ishal olduğunu ve yine altına kaçırdığını düşünmüş. Odaya girdiğindeyse şaşkınlıktan küçük dilini yutmuş, çünkü koca sarı bir yılan Hacı Osman’ı bütün olarak yutmuş ve bir insan bedeni kalınlığında o halde duruyormuş. Osmanın kafasının yarısı hala dışardaymış ve yılan yavaş yavaş onu da içine çekiyormuş. Çığlık atmaya mecal bulduğunda Süleyman Süleyman diye, Süleymanın çocukları koşmuş önce, ardından karısı. Sabahın köründe kahveye kağıt oynamaya gitmiş Süleyman ise ancak çocuklardan birinin düştüğü dehşetten kurtulma adına babasına koştuğunda duymuş olanları. Elbet inanmamış önce, hatta rahatsızlık veren çocuğunu azarlamış herkesin önünde. Ama gözyaşları düşünce çocuğun ve alttını ıslatmış olduğunun fark edilmesiyle, kucağına aldığı gibi eve koşturmuş amcam. Aklında karısını dövemk varmış, oğlunu bu hallerde kahveye gönderdiği için, lakin gördüğü manzara karşısında o da küçük dilini yutmuş ve çocuğunu düşürmüş yere.



En son içeri girmiş olan Süleyman, eski alışkanlıkla bir çubuk bulup yılanın kafasına kafasına vurmaya başlamış. Tüm o bekleme süresinde yılanın babasını yutmuş olduğunu bilse bu kadar vurur muydu bilmem, ama yarım saat uğraşdıktan sonra kafasını ezebildiğini biliyorum. Normalde yılanın tehlike anında kusması gerekirmiş yediklerini ama nedense dün sabahki yılan yapmamış bunu. Hacı Osman imamın da emriyle, yılanın içerisinde, yılanla beraber gömülmüş toprağa. Hocaya göre bu Osman’ın günahlarının sonucuymuş. Ne ettiyse onu bulmuş. Gönlünü kırdıklarının bedduası tutmuş ve rezalet içerisinde boylamış öbür dünyayı. Diğer tarafta da bu rezilliğin sürmesi gerekirmiş ki yılana kusturtmamış Allah.



Mevlütler, Yasinler okutuldu, hocalardan hayır duaları alındı Hacı Osman için ve bu bedduanın aileyi terk etmesi için. Ailenin erkeklerinin yarısından fazlası tarikata katıldı. Erkekler katılınca kadınlar da mecburen katıldılar. Hacı Osmanın ardında bıraktığı aile birden bire Nakşibendi oluvermişti.











Rahime









Diyarbakır’da ayaz, yollar günlerdir beyaz. Kaldırımlarda yürümek cambazlık işi. Soğuk ten kesiyor. Şehrin en zengin kesiminde yedi katlı, koca bir ev. Evin altıncı katında Memet oturmuş ağlayan annesini izliyor. Yan odada yeni doğmuş küçük kız kardeşinin ciyaklamalarını duymuyor. Beynindeki duyuların hepsi görselliğe teslim edilmiş. Sadece görüyor. Hatta tam anlamıyla net bir görüntü de yok, gözyaşları var kocaman ve boşalıyor iri gövdeli annesinin iri göğüslerine. Ev toparlanıyor bir yandan. Kim alır paketleri, kim taşır? Memet bunları düşünüyor. Koca dairede annesi, kız kardeşi ve kendisi dışında kimse yok. Her ne kadar donakalmış olduğunun bilincinde olmasa da hareket etmediğinin farkında. Kız kardeşi kundakta ise, tüm işleri yapabilecek bir tek annesi kalıyor ortada.



Bir göz yaşı bulutu, kolileri bantlıyor, çuvalları dolduruyor, kırılıcakları sarıyor. Fonda küçük kızın uzun havası. Yüz elli kiloluk bir telaş dolanıyor etrafta. Odada size anlatabileceğim hasır döşemeler, iskemleler, duvarlar yok. Tasvir edebileceğim hiçbir şey bulamıyorum. Tasvir yok, tasvir yok diyeceksiniz, ama benim gördüğüm tek şey, yüz elli kiloluk bir kızgınlık, pişmanlık, acı ve hatta şiddet buğusu. Memet köşede kıvrılıp kalmış gülümsüyor. Bedeni ile bağı kopmuş. Neden güldüğünü sorsanız cevap veremeyecek, çünkü dudakları yok kullanabileceği. Dili, damağı kurumuş hissetmiyor ki... Hayatında ilk defa, tüm erkeklerin korkulu rüyası olan, her binbir gece masalında geçen zehir zerk olmuş bedenine ve duygusal yapısında kullanabileceği hiçbir bağışıklık makenizması yok. Kadının göz yaşları, Memedin gözlerinden giriyor, sinir sistemine varıyor. Tüm sinapsisler kimyasallarını kaybediyor, tuzlu suyun istilasında. Nöronların üzerinden kayamıyor elektronlar, demir atmış gemiler gibi beklemekteler. Kaç saat geçti öylece, kaç saatte toparlandı eşyalar? Akıp giderken helezonlarda, durakladı şehir.



Koca gövde çığlık atmaya başladı. Bozuldu zamanın süreksizliği. Memet sadece açılıp kapanan dudaklar gördü. Üzerine geldi sonra dalgalar. Yaşlar el olmuş ona uzanıyordu. Saçlarının okşanacağını düşündü. Avuntu arıyordu. Arınmak istiyordu. Su güçlüydü nasıl olsa. Sihirliydi. Uyandırılmayı bekleyen ruhunu sarsacak, kaldıracaktı yerinden onu. Memet’in boğazına sarılırken güçlü eller, havadan umut bekler gibi gözlerini kaldırdı yukarı. Ayakları yerden kesilmiş, duvarla gözyaşları arasında sıkıştı gönlü. Boğuldu Memet kendisini yaratan tenin kudretiyle. İçindeki çocuk öldü, erkek oldu toprak ananın şiddet ile.




*****************************************************************************




Baba çocuklarımın annesi dediği kadını aldatmış, başka yataklarda parasını kaybetmiş, borçlar nedeniyle kaçıvermiş şehirden. Meğer Ana’ın zoruyla evlenmiş kendisiyle. Sevdiği falan yokmuş. Anasını kaybedince de özgürlüğüne kavuşmuş. Özüne dönmüş. Baskının altında kalan tüm özlemlerini fiiliyata çevirmiş. Tözünü bulmuş orospularla. Tozuttuğunu fark etmeden, özne olduğu sanrısıyla, özel gecelere yatırmış malını mülkünü.



Sözler! Ne gariptirler. Hepsi birer somuttan soyuta çevirme makinası. Öz diye tutturmuşlar, buldukları bu tek kökle çınar olmaya çabalamaktalar. Gözle görüneni, özle gölgeleri anlattıklarını sanırlar. Özelle yüksekleri, özne ile kendilerini bulurlar. Töz diye diretirler de özlerinin tozuttuğunu, köklerini de sürekli türeterek köze dönüştürdüklerini fark edemezler. Halbuki özgürlük farkında olmaktır. Şahsın çapını bilmesi ve iradesini ölçebilmesidir. Aynı anda birden fazla şeyi yapamayacağımıza göre seçenekler her zaman tektir. Bu nedenle seçim üzerine kurulamaz özgürlük. Eşyanın özü gürleyemez her tarafa akarak, tam tersine odaklanarak gerekli basınçla çağlayabilirsin ve amacın ile çevrenin farkındaysan özgürleşebilirsin. Böyle olmazsan soru olur mu? Sorun ya da sorumluluk? Gereklikleri yok etmek sadece kaos yaratır ve geleceği karanlığa bırakır.



Karanlığın halleri öyle çoktur ki herkes bir başkasında yaşar körlüğünü. Ar hali ise en kötüsüdür. Kararsızlık, zekayı korlar, bilinci köreltir. Artık her edim yıkımı getirir. Onur ne kadar korursa, haya o kadar yıkar. Onur nuru saklar aydan güç alarak, gururu inşa eder; ar kötülüğü salar saklı durduğu karanlıktan, sonra tüm değer verilenleri görünmez kılar.



****************************************************************************



Konu komşu duymadan kaçmalı Anne, yoksa kadınlığını yitirmesinin üzerine anneliğini de kaybedecek. Çocuklarını bu utançtan kurtarmak zorunda. Telefondan aldıktan sonra haberi, ilk hareketi çuvalları çıkarmak oldu. Önce erkeğinin elbiselerini kaldırdı gözlerinin önünden, ardından dişiliğini gösteren tüm elbiselerini. Makyaj takımı, iç çamaşırları, pedleri, bezleri, dikiş aletleri ve daha niceleri çuvala hapsedildi o gün. Ağır bedeni kuş oldu uçtu kadının ağladıkça, tüm enerjisini işe verdi. Bu ev artık sadece kurtulması gereken anılar yığınıydı. Yatak odam dediği yer cehennem olmuş, etini yakıyor havası, ama önce orayı bitirdi. Sonra da çöp kutusu belledi orayı. Kocasının verdiği tüm hediyeleri, güzel sözleri, yeminleri, gülücükleri, öpücükleri, kavgaları ve tokatları oraya tıktı bir daha çıkmamacasına. Fotoğraflar yakıldı, mektuplar yırtıldı. Yatak odası koca bir atık yığını oluverdi bir anda.



Salona geçildi. Vitrindeki hazinesinin pırıltısında kocasının sırıtışını gördü. Baba evinden getirdiği çeyizini elindeki un çuvalına boşalttı. Ağzını kapattı sıkıca. Yan odaya fırlattı. Çocuklarının oyuncakları duruyordu daha. Mutfak vardı yığınla eşyayla. Çaresiz hissetti kendini. Güçsüzlüğün sırası değildi belki ama ezilmişti yüreği işte. Ne kadar çırpınırsa çırpınsın güçsüzdü o anda kabullenin artık. Kalbini çevreleyen tüm kaslar hüzün asidiyle dolmuş, pompalamayı durdurmuştu kanı. Ölüydü de kimse öldüğünü görmediği için bu ölüm geçerlilik kazanamıyordu. Pencere karşıda çıkış kapısı olarak duruyordu. Sonra uzayda kapladığı boşluğu düşündü. Güldü kendi haline. Pencereden geçemezdi ki bedeni... Peki madem öyleydi, neden terkedilmemişti açıkça? Neden Bay Hiçkimse karşısına çıkmamıştı bir erkek gibi ve boşanmamıştı bir celsede?



- “Daha nasıl bir terk ediliştir beklediğin? Özürse istediğin, boşuna bekleyişin. Onu bir daha göremeyeceksin”.



İçindeki sesi yalanladı gözleri. Koca burnu, çıkık alnıyla karşındaydı düşmanı. Bir köşede oturmuş gülümsüyordu. Kıpırtısız gözlerinde acıtmış olmanın zaferi vardı, çökmüş olmanın utancı değil. Bıraktıklarını düşünmeyen serseriliği daha da çekici kılsa da onu, kadının aptallığını suratına vurmaktan başka bir şeye yaramıyordu. Bağırdı Rahime. Çığlıkları küçük kızının çığlıklarına karışıyor daha da yükseliyordu. Karşılık bekliyordu. Dövülse de olurdu. Yeter ki bir ses gelsindi. Kendi sesinin yankısını duydu, aşkının aksinden. Sinirlendi. Acizliğine, küçüklüğüne, yaşadığı gölge hayata küfretti dolu dolu. Beddualar etti. Kızgınlığı arttıkça beklentisi arttı. Şefkat bekliyordu belki de. Avunmak istiyordu. Gelmedikçe yumuşak, tatlı sesi sevdiğinin, hiddeti kabarıyordu. Yaşlar ellerine bulandı. Kollarına sarıldı. Yüz elli kiloluk bedenine söz geçiremedi. Burnu büyüğe yaklaştı. Dokunmak istedi yüzüne, öpmek istedi, fakat dudaklardaki gülüş midesini bulandırdı Rahime’nin. Rahmine sancılar girdi. Bulantıyı durdurmalıydı.



Sarıldı kocasının boğazına nasır dolu kuvvetli elleri. Sıktıkça rahatlamak istedi, ama aşkını öldürmenin nesi huzur verecekti? Öfkesi kendineydi, apış arasındaki ateşineydi, kalbindeki sevdasınaydı. Hepsini bir anda boğmak istedi. Hala gülüyordu karşısındaki. Gözleri yukarıda bir şeyler göstermek ister gibiydi, ama katıla katıla da gülüyordu. Kıkırdamaya dönüştü sesler sıktıkça eller. Hırıltılara karıştığında sessizlik, küçük kızını anımsadı. İçinden çıkmış çocuğunun çığlıklarının eksikliği doldurdu odayı. Koşar adımla yan odaya koşarken, yere düşürdüğü yığıntı umurunda değildi. Nasıl olsa bir daha görmeyecekti.



*******************************************************************************



Okurken çalışmaya babamın iflasından sonra başladım. Kız kardeşimin ve annemin kaldığı yeni eve hiç gitmedim sayılır. Okuduğum okulun yatılısına geçip, “yurtta kalan öğrenci” formuna böylece başlamış oldum. Hafta sonları bir bakkalda çalışıyor, karşılığında evin ekmek, un gibi temel ihtiyaçlarını tedarik ediyordum.



Bakkalığa hiçbir zaman alışamadım. Tüm günün benzer bulmacaları çözerek geçirilmesi ve sürekli aynı yüzlerin görülmesi hayatına bakkalık desek yanlış olmaz. Hele tatil günleri olmayan bir adamın yanında çalışıyor olmanın ne tür zorluklar yaşattığını söylemeden geçemem. Çok zaman sonra kadınlarla dolu bir ofiste çalıştığımda aynı sıkıntıyı hissedecektim.



Halbuki daha özgür, daha yaratıcı ve üretici bir mesleğe yönelmek istiyor olduğumu daha dünmüşçesine hatırlıyorum. Akşamları gittiğim camide anlatılan öykülerin etkisiyle olacak, marangoz olmak için, patronu genç ve dinamik olan bir atölyeye başvurmuştum. Annemin duyduktan sonra kıyametleri koparması ve ustanın aile izni olmadan yanına çırak almayı reddetmesinden ötürü vaz geçmek zorunda kaldım. Annemin o sıralar tek derdi paraydı ve usta kalfalığa erişmeden yevmiye vermeyeceğini söylüyordu. Bunun üzerine annem “çalışırsa okumayı bırakır, oysa ki ben okumasını istiyorum” gibi tümüyle gerçekdışı bir bahaneyi geniş aileye yutturarak bu zenaatı öğrenmemi engelleyebildi.



Şimdi anımsıyorum. Her zamanki bir hafta sonu bakkalı kapatıp elimde ekmek ile eve yöneldim. Diyarbakır’ın tüm köhne sokaklarını gezerek, karanlığını yuttum Diyarbakır’ın. Çöpte ekmek toplayanlar çocukluğuma oranla on kat artmıştı. Benim yaşıtlarım esnaf esnaf gezip dilencilik yapıyordu. Çoğu sokağa girilmez olmuştu akşamları, çünkü mahalleli o sokakları çöp yeri bellemişti. Belediyenin gelen misafirleri gezdirdikleri semtlerin dışında kalan yerlere olan umursamazlığının sonucu çöpler toplanmıyordu. Daha doğrusu bu çöp sokaklar hergün artan sokak çocuklarının aş buldukları yuvaları olmuştu. Ne garip daha üç yıl öncesine kadar buraların varlığından bile haberim yoktu.. Belki de buralar yoktu da ondan bilmezdim. Açıkçası tek bildiğim ölesiye sevdiğim şehrimin, büyük şehirlerde istihdam edilmek üzere kapkaççı, uyuşturucu ve kadın satıcısı ile dilenci yetiştiren koca bir atölyeye dönüşmüş olduğuydu. Bu koca atölyede, yankesiciliğin sırları değil, şiddet ile gaspın kolaylığı öğretiliyor, dilenciliğin yüzsüzlüğün alıştırmaları yapılıyordu. Bu işler için fazlasıyla zeki olanlar “Sen der un” diye adlandırlan mektebe sevk ediliyordu. Keş olmuşlar üretim, yüzü parlaklar satış ve pazarlama, asabi olanlar ise alım satım ile güvenlik için dünyanın bu konudaki en üstün hocaları tarafından yetiştiriliyor ve mekteb bitimi pojesini verip mezun olanlar başta İstanbul olmak üzere, büyük şehirlere naklediliyordu.



Keş olmamış, yüzü parlak olmayan ve asabiyetten uzak çocukları ise örgütler kapıyor, kimi camilerde, kimi evlerde kimi de dağda yıkadıkları beyinleri muhtelif eylemlerde kullanmak üzere dört bir yana salıyorlardı.



Onca sokak çocuğu yetmezmiş gibi, evin önünde oyuna dalan küçükler kaçırılıyordu. Kendi kızkardeşimi defalarca ellerinden kurtarmak zorunda kaldım. Anlayacağınız bu sektör o kadar büyüktü ki siparişler yetiştirilemiyordu. Sonra diğer şehirlerde de aynı atölyelerin kurulduğunu ve beyaz ile mavi yakalı işçilerini ihraç ettiklerini duyduk. Elbette herkes, en iyi mezunların Diyarbakır’dan çıktığına hem fikirdi. Sanırım bu sebeple büyük şehre gönderilen her doğulu kendini bir şekilde Diyarbakırla ilintilendiriyor ve lisans olmasa bile en azından mastırını orda yapmış olduğuna diretiyordu. Haberlerde çıkan tüm kapkaç olaylarında mutlaka bizim şehrimizin adı anılıyordu. Tüm büyük mafya örgütlerinin en tepelerine adam çıkarıyorduk. Hatta kimi uluslararası büyük eylemlerin kurgulayıcısı ve organizatörü bile bizden çıkıyordu. Denilebilir ki Filistin’den sonra en iyi militanlar Diyarbakırlılardı.



İşte böyle bir ortamda eve gidiyordum. Karanlığını şehrin içime çektikçe, arsızlıkla gülümsüyor şehri terk etmenin yollarını düşünüyordum. Her kestirme yolun okul olması beni sıkıyordu. Elimdeki seçeneklerden en makul olanını seçmeliydim ki bu da üniversite sınavlarına girip batıda bir yerlerde okumaktı.



Eve vardığımda kızkardeşimin kucaklamasını bekledim, ama aldıklarım içerden gelen gülücük sesleriydi. Annem kıkırdıyor, sesini pek de tanıyamadığım biriyle konuşuyordu. Sonunda kızkardeşim gelip beni karşıladı ve tek eşyası halı olan salonumuza götürdü. Karşımda duran burnu tanıdım hemen. Hergün aynada görüyordum zaten. Üzerindeki bıyıklar olmasa kendim sanacaktım. Halalar ve teyzelerle dolmuş odanın merkezine kurulmuş dönüş tebriklerini kabul ediyordu utanmadan. Aymazlığının had safhasındaydı yine, çünkü gülümsüyordu durmadan. Anlaşılan borçların hapsettiği sürgünlüğü sevmemişti. Odanın kapısında elimde ekmekler öylece bir dakika kalınca, “tanımadı zar, baban ayol!” diyen dünyanın en salak sesini duydum. Annemdi. Uzun süredir konuşmadığım bu kadın, yıllardır görmediğim adamın babam olduğunu söylüyor, içimdeki kini ve nefreti vucudumun her yanına salıyordu.



Ömrüm boyunca efendilik diye adlandırılacak korkaklığımdan ötürü, gidip elini öptüm, gözlerini görmediğim bedenin. Kanlı eti, dudaklarına götürmek gibi bir şeydi. İğrendim, ama belli etmedim. İşim var deyip çıktım evden. Yurduma döndüm. Artık senelerce yurdum olarak belleyeceğim ranzaların arasından geçip, bulduğum boş bir etüd salonunda uykuya dalana kadar çıkış bileti alma umuduyla sınavlara çalıştım.



Azad







Doğunun Venedik’idir Mardin. Tabi ilk okul hocama kalsa Diyarbakır da doğunun Paris’idir. Üç kişi sığışmaya çalıştığımız o küçücük sıralarda heyecanlanırdık bu sözlerden. Gururlanırdık biraz, şehir milliyetçiliğinin damarlarımıza enjekte edildiğini fark etmeden. Ohalin kırıp geçirdiği Diyarbakır’ın şiddet dolu yılları çocukluk hayallerini bizden alırken anladık aslında tüm hocaların biraz palavracı olduğunu.



Üniversite sınavını kazanıp da İstanbul’a gideceğim kesinleşince, yine benim gibi memleketinden uzaklaşacaklarla doğu gezisine çıktık. Hasankeyf ile başlayan yolculuğumuzu Midyat’a vuracak, Mardin’e varacaktık. Mardinli olup da hiç Mardin’e gitmemiş bir bünye olmaktan çıkmak istiyorduk ve kendi topraklarımızda turist gibi gezdik bir gün boyunca.



Midyat’tan çıkıp Mardin’e giderken dedemin bana eski kadim bilgeliğinden geliyormuş izlenimini veren sözlerini hatırladım: evi yamaca kuracaksın tepeye değil, yoksa kışın soğuktan kıçın donar, yazın pişersin, zira tam o sırada bir tepenin üzerinde kurulu evler görmüştüm ve yanımdakine gösterip salaklara bak tepeye kurmuş köylüler evi dedim. O ise şaşırarak bana bakıp, lan orası köy değil Mardin bre salak dedi. Utandım. Ona aslen ben Mardinliyim diyemedim. Damarlarıma enjekte edilmiş o şehir milliyetçiliğiyle Mardinli olduğumu söyleyip övünemedim. Sustum, konuşmadım bir daha yol boyunca.



Bir an tüm mazeretlerimi döküvermek istedim, beni aklayacak, ama hepsi boştu biliyorum. Diyarbakır Mardin yolunun askerlerle dolu olduğunun ve tüm çocukluğum boyunca askerlerden korktuğumun nedenlerini anlatsam nasıl olsa anlayamayacaktı. Köyümün nasıl boşaldığını (ya da boşaltıldığını) bir zamanlar orman olan geçtiği kurak yolların nasıl ateşlere boyun eğdiğini ve içimdeki korkuyu o tiksindiğim şımarıklığıyla omuz silkerek dinleyeceğini biliyordum çünkü... ve seneler önce Masume’yi alıp götürdükleri o gün nasıl sus pus kaldıysam, o cehennem gibi ford transit in içinde de sus pus oturdum.



Deyrülzafaran’ a vardığımızda adam dolusu transit boşalıverdi. Kapıyı çaldık. Kimse açmadı. Bizi gezdiren Mardinli üniversite öğrencisi küfretti bunca yolu boşuna geldiğimize hayıflanarak. Sonra da ulan hepinizi öldürdük. Bir sen kaldın şerefsiz, keşke seni de öldürseydik de bizi bu kapıda bekleten sen olacağına müze görevlisi olsaydı deyiverdi.



Arkamızı döndük tam gidiyorduk ki yüzyıllardır açılmıyormuş gibi duran koca kapı büyük bir ses çıkararak açılıverdi. Siyah sakalının tam ortasına koyduğu tatlı gülümsemesiyle şirin mi şirin bir rahip belirdi kapı girişinde. Yüzü biraz endişeliydi. Meğer tüm konuşmalarımızı dinlemiş kameradan ve yazıyla yazıyorum iki bin senesinin eşiğinde bile hala korkuyormuş kapıyı öyle herkese açmaya. Hele bir de bizim aptalımızın söylediklerini duyunca açmamaya karar vermiş, ama sonra gözümüzdeki gözlükleri görünce anlamış oralardan olmadığımız ve yüzümüzdeki kayıplığı ve boşluğu görünce üzüntümüzü görmüş, anlamış basit birer turist olduğumuzu.



Tabii biraz kapıda konuştuk. Sanki bizi test ediyor gibiydi. Emin olmak isitiyordu ne ona ne de kilisesine zarar vermeyeceğimize. Bizim aslen Mardinli olan arkadaşla konuşmaya başladılar anlamadığımız bir dilde. Sonradan anladık arapça konuştuklarını. Meğer orta doğunun en köklü dillerini konuşabiliyormuş bizmkisi hem de ana dili gibi: farsça, arapça, türkçe, kürtçe, zazaca. bir de ingilizce öğrenmiş üniversitede. Etti mi size altı dil. Sırf Mardinde doğup büyümek en az üç dil bilmek demekmiş zaten. Bunlar kürtçe, arapça ve türkçe. Eğer zaza iseniz pek tabii zazaca da öğreniyorsunuz. Zaten yarı yarıya farsça üzerine kurulmuş bu dilleri biliyor ve biraz okuyorsanız farsça çok çabuk geliyormuş ardından. İmrendim ve böyle bir çeşitliliğe onca engellemelere rağmen sahip olduğu için mutlu oldum vatanım adına..



Rahip daha ilginç... Yukarıda saydığım dillere bir de fransızca ve ibranice ekleyin, sürayaniceyi de unutmamak gerek tabii, orta hal ispanyolca ve italyancayı da üzerine süs olarak biz verelim. Adam sanki adam değil, güneş gazetesinin kuponla dağıttığı lügat anslikopedisi.



Sorduk. Ne konuşuyorlar diye. Müslümanlık ve hristiyanlık mevzularıymış. Bizim ki ona neden dört kitapları olduğunu sormuş, o farklı yorumlar demiş. Bizim ki neden papaz oldun demiş, o sen neden müslüman olduysan demiş. Bizimki babam öyleydi biz de olduk deyiverince (dikkatinizi çekiyorum dinini babasından alıp uygulayan bu adam üniversite öğrencisi) bizim Papaz, benim babam da öyleydi demiş. Bizim ki yapıştırmış cevabı. Baban papazdı ise sen nasıl oldun?



Tabi adamın babası papaz değil sadece hristiyan. Yanaklarındaki anlaşılamamış olmanın kızarıklığıyla anlattı bize bunu hemencecik. Kendisi de papaz değil rahip.



İşte tam o sırada hayatımın en büyük hatasını yaptım. Bir soru sordum. Yerin dibine geçtim. Kusura bakmayın dedim bir soru sorucam diye atıldım arka taraflardan. Tabii dedi. Herkes dedim bir soykırım deyip duruyor, doğru mudur acaba? Nerelisin diye sordu bana. Diyarbakırlıyım dedim usulca(mardinliyim diyemiyorum ya büyüdüğüm şehri söyleyiverdim). Bunu bana sorma o zaman, dedene sor, o benden daha iyi bilir. Tüm katliamı Diyarbakırlılar yaptı diye bir cevap yetiştirdi.



Bir saat içinde ikinci defa sus pus olmuştum. Ağır geldi bu biraz. Vicdan azabı duydum. Yıllar sonra tanıştığım ve ailesi köyden zorla sürgün edilmiş süryani çocuğa işte bu nedenle asla anlatamadım derdimi. Neden onunla bu kadar titrek ve utangaç konuştuğumu, karşısındayken yılların ağırlığını üzerimde hissettiğimi ve bir anlamda ondan dedem adına af dilemek istediğimi.



Kiliseyi gezdik. Bize daracık sığınma odalarını gösterdi. Tavanı iki metrelik taşlarla kapatılan(harç yok sadece sıkıştırma yöntemi) bu basık yerde nasıl saklandıklarını hayal ettim. Bizim Mardinli hemen tavandaki çengelleri gösterdi. peki bunlar ne, koyun asmak için mi kullandınız bunları, yoksa müslümanları asmak için mi diye sordu. Bu sefer rahip sus pus oldu ve o an anladım aslında onun da benim çektiğim vicdan azabını çektiğini ve biz ne yaptıysak onların da yapmış olduğunu.



Tüm geçmişin üzerime geldiğini hissetiğim O koca taşlarla örülü duvarların arasından kaçmak istedim. Uzaklara.. daha uzaklara.. Kan lekesi olmayan topraklara...



Ama yapamadım, tümden müze olan o şehri, sokaklarının kana bulanmış taşlarına rağmen sevdim. Hayran kaldım mimarisine, sahip olduğu yıllara ve güzelliğine..



Ancak bir daha gidemedim oralara. Gerek fırsat yoksunluğu gerek kaldıramama korkusu. Özledim kimi zaman ama yine de gidemedim. Seneler geçti. Trabzon’da ölenler oldu rakamla bastıra bastıra yazıyorum 2000 i devirdiğimiz milenyum çağında... Oraya borçlu hissettim kendimi. Zira hiçbir mazeret o güzelliği bir daha görmemeyi açıklayamaz.



Ayrıca taştan yaptıkları o evler yazın buz gibi, kışın ateş gibi oluyormuş, kullandıkları taşların doğal ısı yalıtımı özelliğinden ötürü. Artık çok takmıyorum bu meseleyi gerçi. Aptal bir neslin çocuğuydum zaten, yanı başında kadim bir bilgelik dururken aptal olmaya ısrar eden bir neslin. Ben neden aptal olmayayım ki?



Böyle bir aptallıkla başladı İstanbul hikayem ve başka bir aptallıkla bitecekti. O zamanlar bilmiyordum ya, yolun sonu geçmişte çizilir. Aslında şu an yaptıklarımızın tümü eski günlerin gölgesindedir ve şu anki varoluşumuz dünlerin bir yansımasından ibarettir.





Masume









Yunan mitolojisinde Sakarya nehrinin su perisi Nana’ın sembolü bademdir. Anlatılanlara göre Sakarya nehri civarında bolca bulunan badem ağaçları arasında yüzerken, Nana’nın çıplak bedeninin üzerine bir badem düşer. Badem Nana’nın vucudunda eriyerek kaybolur, ve Nana o gün anlaşılmaz bir şekilde hamile kalır. Bu hamileliğinden “Attis” doğar. Attis de daha sonra Bereket tanrıçası Kibele’nin aşığı olur, ancak çok geçmeden Kibele’yi Sakarya nehrinin perileriyle aldatmaya başlar. Efsaneye göre Kibele kızgınlığından su perilerinin hayatlarının bağlı olduğu tüm ağaçları keser. Attis bu duruma delirir ve o çılgınlıkta genital organlarını keser.



İlginçtir Hz. İsa’nın sembollerinden biri de bademdir. Genellikle onu badem şeklinde bir hale içinde resmedilmişken görürüz. Bademin dış kabuğu Meryem’i, iç kısmı da Hz. İsa’yı temsil eder. Hz. İsa’da güzeller güzeli bir erkektir ve sonunda çarmıha gerilir.



Günümüzde de Anadoludaki bazı yerlerde hamile kalamayan kadınlar badem ağacının altında uyuyup, hamile kalmak için dua ederler. Ne kadar işe yarar bilmem, ancak günümüzün istatistiklerinin verdiği bilgiye göre, çocuğu olmayan ailelerde, sorun çoğunlukla erkekte olur. Buna göre aslında badem ağacının altında yatması gereken erkektir.


********************************************************************************


Bu istatistikleri doğrulayan bir binbir gece masalı da vardır. Derler ki eski zamanların birinde bizim şimdi Urfa dediğimiz yerde tanrının sevgili kullarından biri yaşardı. Bu kimseye zarar vermez, kendi halinde yaşayan adamın tek derdi çocuğunun olmamasıydı. Günlerce dua eder, adaklar sunar, badem ağacının altına karısını yatırır ama bir oğula kavuşamazdı. Konu komşu karısını suçlar, onun kısır olduğunu söyler ve adama daha genç yeni bir kadın almasını tembihlerlerdi. Ama yukarıdaki şahittir ki adam karısını severdi ve böyle bir fikri duyduğunda köpürürdü.



Yıllar sonra karısının artık hamile kalamayacağını düşündüğü bir sırada, müjdeli haberi aldı adam. O anda tanrıyı işiten anlamında İsmail adını koydu doğacak çocuğa.



Oğul doğdu, büyüdü, serpildi, açıldı. Büyüdükçe babasının tam tersi yaradılışta olduğu görüldü. Kendisi uzun boylu bir yiğitti, babası kısa boyu nedeniyle askere bile alınmamıştı. İsmail’in gür sarı saçları vardı, babanın ise simsiyah bir kaç teli. Ruhen de farklıydı baba oğul. Baba çobanlıktan ticarete geçmiş analitik zekası kuvvetli, tapınakta rahiplere bile matematik dersi verebilecek bir adamdı, çocuk ise doğaya ve kırlara bayılıyor, resim yapmaktan hoşlanıyor, şiir yazıyordu. İkisi arasındaki bu uyumsuzluk aşikar olduktan sonra, dedikoduların önünü kimse tutamadı zaten. Kadın onla bunla yatmış, kısır olan aslında adammış, hatta çocuk köydeki çobana çok benzemekteymiş. Zavallı adam bir gün içine çekti söylenenleri, ikinci gün içine çekti söylenenleri. Şeytanın fesatlığına geçit vermeyen ruhu İsmail on beş yaşına gelinceye dek sabredebildi.



Sıcak bir gün, pazarda İsmail ile çobanı yan yana görünce çıldırır. Dini tüm öğütler, şeytana karşı korunmalar göz karardığında uçar gider. İsmail ne olduğunu bilmese de babasıyla dağ başında bulur kendini. Adam hiddetli, öfkeli.. İsmail başına geleceğinden habersiz. Adam taşa bakar, taş kırılır; İsmail’e bakar gönlü yumuşar. Çobanın sürüsünden kaçmış bir koçu görür, yine hiddetlenir, ve elindeki hançerle koçu deşmeye başlar. Deştikçe öfkesi diner, kana bulandıkça hiddeti söner. Çocuğun elbiselerini alır, bu kana bular. Onu şehir dışında fakirlik günlerinde kaldığı mağaraya gönderir. Kendisi ala sürülmüş elbise parçalarıyla Pazar meydanına gider. Kimse bir şey sormaz ona, herkes anlamıştır zaten olanı biteni.



Üç gün sonra karısını alıp taşınır adam. Şehir dışında oğlum dediğini alır yanına, karısını gömer mağaraya ve kutsal şehre doğru yola çıkar.




********************************************************************************




Bir gün arkadaşlarla her zamanki gibi ava çıktık. Av dediğim sapanla kuş öldürmek. Filmin birinden gördüğüm tuzak fikri geldi aklıma. Şimdi burda makenizmayı anlatıp kafanızı şişirmeyeyim, ama oldukça basit bir şeydi.



Neyse malzemeleri toparladık. Tuzağı kurduk. Bekledik.. Bekledik.. Kimileri sıkılıp gitti, birkaçımız beklemeye devam ettik. Zaten beklerken bostandan kaçırdığımız karpuzları yiyiyoruz.



Kuşun biri tuzağa takıldı..



Sevinçle kuşu yakalyıp ayağına bir ilmek geçirip dedeme koştum. Hayatımda ilk defa bir şey yakalmıştım. Vardığımda dedeme, "bak kuşu tuzağa düşürüp yakaladım" dedim. O ise sakince "onu tuzağa düşürenin sen olduğunu mu sanıyorsun ulan eşşek! Kendi kendine girdi tuzağa. Anası babası yokmuş herhalde ki öğretmemişler düşmemeyi."



Zaten dedem akşamları yakaladığı tilkileri veyahut tavşanları falan getirirken, "bakın ne yakaladım" demez, "bakın ne girmiş tarladaki kapanlara" derdi.



Seneler sonra bu anlayışı daha çok yaşadım ve gördüm. Evimize en yakın evde güzelliği çevre köylere bile nam salmış Masume adında bir kız yaşardı. Renkli gözleri ve sarı saçlarıyla göreni ayıltıp bayıltır, az bulunan görselliğiyle akılları baştan alırdı. Tüm çevre ağaları onu ister, ama babası başlık parasının daha çok artmasını beklerdi, ama ben bilirdim ki çobana aşıktı o. Ne zaman çobanla beraber gezsek, onların kaçamakları için ben bakardım sürüye. Kaçamaklarının çocukça şeyler olduğunu bildiğimden, pek aldırmazdım. Hem Mem u Zin in hikayesine benzer böyle bir aşka yardımcı olmak hoşuma da giderdi.



Derler ki Mem’in işidir ama tüm köy bir olmuşçasına ağızlarına almasa da hatırlardı yoldan geçen askerlerden biri tarafından Masume’ye tecavüz edildiğinin. Ben gördüm. Çocuk gözlerimle gördüm. O çığlıkları duydum.



Ağa olan dedemin durdurmaya çalıştıktan sonra tekme tokat dövüldüğünü ve bu dayağı gören tüm erkeklerin sus pus olduğunu söylemeye gerek yok. Olayın ardından çobanın iyi ki o sırada dağda olduğunu yoksa tüm köyün şimdiye çoktan yakılmış olacağını düşünenleri ve kendi topraklarının derdindeki köylüleri de belirtmeye gerek yok.



Çobanı aradılar sonra. Tecavüzü ona yıkmaya çalıştılar. Utancından mı, sevdiğinin kaybından mı yoksa hapse girme korkusundan mı bilinmez, dağdan inmedi bir daha yaşar bedeni çobanın. Derler ki çocukluğunun tüm masumiyetini kaybedip, silah almış eline eşkıya olmuş.



Günün birinde komşu kızı hamile kalınca, ailesi tarafından dağa kaldırılıp öldürüldü. Dedeme kızın masumiyetinden bahsettim. Onun tavrı ise netti.



- "Masumiyet ile tuzağa düşmek arasında bire bir ilişki yoktur. Eğer böyle bir ilişkiyi kabul edersek, tuzağa düşmemişlerin hepsini de masumiyet faziletinden yoksun saymamız gerekir. Evet hepimiz tuzaklarla karşılaşırız hayatta, ama hepimiz düşmeyiz. Bizi düşürmeyen nedir peki?



Doğuştan masum olarak doğduğumuzu kabul ederiz biz. Bu masumiyeti de tuzağa düşerek veya düşmeyerek, kaybetmez ya da yüceltmeyiz. Masumiyet içsel değer yargılarına bağlıdır ve bu değerlerin kaybıyla yitirilir. Nasıl ki elindeki kalemini bırakmanın sonucu, kalemin düşmesiyse; tuzağa düşmen de içsel değer yargılarını bırakmanın sonucudur. Masumiyeti zaten bu yargılara kulak asmayarak kaybetmişsindir."



- “Hem sen nerden biliyorsun kızın öldüğünü?” diye sordu dedem bana çok uzun gelmiş vaazının bitiminden sonra.

- “Dağa çıkardılar, bir daha da inmedi.”

- “Gördün mü sen ölüsünü?” diye üsteledi cevabımı görmezden gelerek.

- “Hayır..” diye cevap verdim ve yutkundum.

- “Senin şu okuduğun gavur hikayesindeki adam kimdi? Hani bizim Keleşe binen?”. Keleş dediği bizim iki atımızdan yaşlı olanıydı. Bembeyazdı ve tüm çocuklar ona binmek isterdi. Özellikle dedemin bahsettiği kitabın ellerine geçmesinden sonra. O yaz ben getirmiştim şehirden. Tatil ödevimdi. Ben de çobanlık yaparken kuzenlerime okumuştum kitabı.

- “Beyaz atlı prens” dedim biraz şaşkınlıkla.

- “İşte ben o gün o tepeye doğru at koşturan beyaz atlı bir adam gördüm. Belki o kurtamıştır. Ha ne dersin?”

- “Vallah mı?”

- “Vallahi de tillahi de!”



Bunu duyunca nasıl mutlu olduğumu şimdi kalkıp size anlatamam. Dedemin, küçük bir çocuğun kaldıramayacağı görüntüleri silebilmek uğruna söylediği bu yalanın(belki de yalan değildir gerçi), zihnimi iyileştiremediği gerçeğini bir kenara bırakırsam, bugün dahi bilinçaltının derinliklerinde bir yerinde beyaz atıyla Masume’yi kurtarmış Mem hayalini hissedebiliyorum ve sanırım hala bu nedenle ben hiç yaşayamamış olsam da gerçek aşkın bir yerlerde birileri tarından yaşanıyor olduğuna ve bu nedenle de var olduğuna inanıyorum.







Sonun Başlangıcı





Aklın inanca karşı asi olması gibi,
tutku da akla karşı asidir:
nasıl ki inancın meseleleri akla absürd gelir,
aklın teoremleri de tutkuya absürddür
ve akıl ile tutkunun ikisi de inanca absürd gelir.

Sir Thomas Browne



Firkat









Evlilik karşılıklı tanıma ve tanınma durumudur. Memet çizmiş olduğu resimleri yırtarken gördüğü Firkat’ı tanımak istediğinde kafasında evlilik diye bir şey yoktu. Sadece merak etti karakalem çalışmalarının yırtılma sebebini. Bunu hiçbir zaman öğrenemeyecekti. Aynı akşam hüzünlü gözleriyle yurdun kantininde bulduğunda kızı, yanına yaklaşma cesareti bularak hayatının hatası olacak yakınlaşmayı başlattı.



Uzun uzun anlattı kız. Memet sadece dinliyordu, daha doğrusu sadece bakıyordu. Anlattıklarına değer vermediğinden değil, asıl takıntısının tanıma isteği olmasından ötürü sadece bakıyordu. Kız anasını babasını anlatırken, Memet’in merak ettiği, karşısındakinin yırttığı resimlerdi. Hatta yaktığı fotoğraflar, giymediği elbiseler, yemediği yemeklerdi. Şu an bir sevgilisi varsa, bunu duymayı değil ayrıldığı sevgililerinin nasıl olduğunu duymak istiyordu. Sevmediği renkleri, “asla yapmam” dediklerini, gitmediği cafeleri, geçemediği dersleri, sildiği yazıları, hayatından çıkardığı insanları, hasılı onun o anki halinde olmayan her şeyiydi önemli olan, çünkü varlığın mahiyeti, olmadıklarında gizlidir, olduklarında değil.



Sigarası bitti Memet’in. Almaya çıktığında, sahil kenarında olan caddeden mehtabı gördü. Kocaman bir ampul gibi sarı sarı ışıldıyordu Ay. Denize çok yakındı. Sanki karanlığa düşmemek için çırpınıyordu. Ayı hiç böyle görmemişti ve ayın daha önce hiç görmemiş olduğu bu görüntüsünü sevmişti. Paylaşmak istedi nedense. Yurda koşup Firkat’ın ellerine yapıştı ve peşinden sürükledi sahile kadar.



- “Bak! Daha önce hiç bu kadar güzel görmüş müydün?”

- “Hayır” dedi kız gayrı ihtiyari.

- “Ninemin anlattıklarına göre, ayı her zaman gördüğünden daha farklı görürsen, gözlerini kapatıp bir dilek tutmalıymışsın, çünkü gerçekleşirmiş mutlak dileğin ayın gücüyle.”



Firkat gözlerini yumdu ve yaklaşık on saniye boyunca kımıltısız kaldı. Sonra nedense Memet’i öptü yanaklarından. Gözlerini açtığında, iki ay çiçeğiyle karşılaştı Memet. Ortasındaki koyuluğun çevresine sarınmış yeşiline bir de ayın sarısı vurduğunda, ay çiçeklerine benzemişti gözleri. Hüznün verdiği yaşlar da eklenince, Memet egeye döndü bir an. Ay çiçek tarlalarının sonsuzluğunda, güneşini buldu. Telkindeymişçesine, bilinçaltındaki gölgeler ışıldadı ve yok oldular. Rahatladı. Huzur bulduğu gözler karşısında olmanın rahatlığını yaşadı.




********************************************************************************




Bir kelebek kondu bugün yanağıma ve gördüm gerçeği kanatlarında..



Bize hep yirmi dört saat derlerdi kozasından çıkan tırtılın ömrü için ve ben hep bu kısa serüvene olanca hızla çok şey sığdırma çabası görürdüm o rengarenk kanatların ahenk içindeki çırpınışlarında… “Özgürlük” ile eşdeğerdi aslında o güzelliğin anlamı. Bu yüzden özgürlük de o kadar güzeldi.



Ama bugün bir kelebek kondu omzuma ve gördüm gerçeği. Üşüyen bir bedendi kelebek dediğimiz şey ve donup da ölmemekti o çırpınışların hayali.. “Hayat” diye haykırıyordu sanki.. Yaşamak ve yaşamaya çalışmak.



Tesadüfler hayatın atomlarıdır demişti bir gönül dostu eski muhabbetlerden birinde, ama nedense bu eski bilgeliğin içinden, tesadüflerin yarattığı kaosun tam da ortasındaki acziyetten kurtulma yollarını göstermedi kimse. Kelebek teorisini öğrendik de “muktedir olmak” nasıldır bilemedik.



Peki kelebekle bunlar arasında nerden buldum alaka? Bilmem.. Diyeceğim o ki ben bugün gerçeği gördüm- acziyetin içindeki çırpınışları..



Tesadüf dolu bahçesinde yaşamın, bir hayat kondu bugün omzuma.. Dost der sukut-i hayal ben derim hayal-i bayat. Atomlarla çevrili sahnesinde kaderin, iki pınar dokundu bügün ruhuma.. Dost der ab-ı hayat, ben derim zaruri zaiyat. Bugün karşıma çıktı o meşhur zat, kimbilir belki olur hazan belki olur hayat. Ne yapsam kurtuluş yok.. Heyhat! Nereye dönsem tepemde o sonu yok kainat! Her yolun sonu ya ezelden hal-i vuslat ya da ebedi harb-i hissiyat. Bu dönüşü yok yolun sonu ise belli. Adı firkat, soy ismi ızdırap.


******************************************************************************




Yurt kantinindeyim. Kapının hemen girişinde beş saksı var, ikisi sağında kalıyor, üçü solunda kapının. Nedense sağdakileri elma ağaçlarına benzetiyorum. Halbuki ben hiç elma ağacı görmedim ki. İhaneti tasvir ettiği söylenir elmanın. Bir de masumiyetin bitişini; yani iyi ile kötünün bir arada olduğu dünyaya sürgünlüğü sembolize eder. Küçükken yüzlerce hatta binlerce yılanla çevremin sarıldığını görürdüm rüyalarımın çoğunda. Hiç dokunmadım, canlı canlı yanımda hiç bulunmadı ama ben dünyada en çok yılanda korkarım. İnsanın görmediği bir canlıdan korkması görgüsüzlük bence.



Senle üç gündür beraberiz. Düşlerim var sana dair. Hayallerim var. Diğer yandan kaderim var ve senin bir türlü aşamadığım bencilliğin ve var olmak için başkalarına dayanma alışkanlığın var. Doğrularını değiştirmek gibi bir isteğim yok, ya da olduğundan farklı bir hale dönüşmeni. Ben seni bu halinle sevdim, ama bu halinin geleceği yok. Çok değil bir süre sonra ev tutmak isteyeceksin, sonra daha iyi bir ev. Parasızlık vurdukça belimize, belki de tüm her şeyi benden bilecek ruhun. Monotonluk başladığında yaşamımızda ve etin alıştığında bana, sıkılacaksın. O kadar açık ve netsin ki senin falına bakmak çok kolay. Bunlar gerçekleştiğinde benim gibi sade bir yaşam isteyen ademoğluna ne olacak? Bunu hiç düşünmeyip birkaç senelik cennet yaşamını kabullenmeli miyim yoksa? İtiraf etmem gerekiyor ki basitliğin daha çok sorun çıkarıyor. Keşke bu kadar basit olmasaydın, çünkü en büyük pişmanlık bile bile yanlış yola sapmaktır.



Birazdan karşına çıkıp tüm bu sebepler yüzünden senden ayrılmak isteyeceğimi söyleyeceğim. Senin cevabın ise belli, “gelecek korkusu nedeniyle, henüz yapmadıklarımdan ötürü terkedilmeyi hak etmiyorum!”. Haklı olacaksın, çünkü gerçekten de benim gibi birinin baktığı fal yüzünden terkedilmek herkesin gücüne gider, ama lanet olsun her şey o kadar aşikar ki…!



Gözlerimin önünde karşına çıkacak yılan. Eminim Attis kadar güzel olacak, ve Artemis kadar heybetli. En azından senin gözlerinin göreceği budur ve her şey apaçık meydana çıkınca bana karşı savunmalarından biri bu olacak: “Karşı koyamadım!”.



İşte o an üçe bölünecek benliğim. Biri senden nefret eden düşmana, diğeri karşılıksız kalan aşkıyla şaire, diğeri de “yıkılmadım, ayaktayım” havalarında gezen, egoist ve sadece kendini düşünen garip bir şahsa dönüşecek. Bölünmeyi istemiyorum. Acı çekmeyi ya da yaralanmayı kaldıramam. Bu nedenle bu akşam seni terk ediyorum.



********************************************************************************



Televizyonun karşısına oturmuş iki çift. Aralarındaki gerginlik yüzlerinde okunuyor. Zor bir konuda konuşuyorlar. Biri bildiğimiz gerzek Memet, diğeri Firkat.



- “Ayrılmamız lazım.”

- “Neden?” Diyor kız duraklayarak.

- “Çünkü evlenilecek kız değilsin, seni annemle bile tanıştıramam” der salak oğlan.

- “Nasıl yani? Sikip, terk mi ediyorsun yani. Bu sen değilsin. Olamazsın! Sevmediğini söyle, hiç sevmemiş olduğunu, ama bunu deme!” diye haykırır gözlerinde birikmiş yaşlarla.

- “Ne alakası var! Sana anlatamayacağım, hatta anlatsam da inandıramayacağım sebeplerim var.”

- “Dene beni.”

- “Falına baktım bugün ilişkimizin. Çok değil beş ay kadar mutlu olacağız. Sonra monotonlaşacak hayat. Zaten zor olacak. Sen de ben de çalışmak durumunda kalacağız. Sıkılacaksın benden ve iki sene olmadan aldatacaksın beni.”

- “Henüz yapmadığım bir şeyden dolayı mı terk ediyorsun beni?”

- ….

- “Bu kadar acımasız olma. Hak etmiyorum bunları. En azından cevap ver!”

- “….” Ekranda gözleri Memet’in. Duvar oldu, çünkü söyleyebilecek hiçbir şey bulamıyor. Kendini savunacak sözü yok.

- “Eğer bu kadar istiyorsan, ayrıl benden. ‘Gitmek istiyorsa, sal gitsin. Dönerse senindir, dönmezse zaten hiç sevmemiştir’ derdi annem. Bu yüzden git. Karışmam. Fakat arkamdan Memet’e verdi, sonra terkedildi dedirtemem. Bir haftaya kalmaz ayrılıyorum yurttan, senle çıkarız diye düşünmüştüm ama kısmet değilmiş. Bari o kadarcık bekleyiver de öyle ayrıl. Bu kadarcık hatrım var mı sende?”

- “Olur” dedi Memet gülümseyerek. Çünkü zehir yine zerkedilmişti. Yine katreler bedenine sızıyor, yine felç ediyordu onu.



Tabii ki ayrılamadı Memet. O gülümseyişe sinirlenen Firkat’ın hiddeti nedense yumuşattı onu. Korktu belki de. Her ne kadar itiraf edemiyor olsa da o an, seviyordu aslında. Sevgiden de çok aşıktı. Kendisini aldatacağını bildiği için aşıktı. Özlediği annesinin intikamını alacağı için aşıktı. Aşk her zaman hoş duygulardan dolayı uğramaz Adem’e. Kimi zaman geçmişin yarımlığını bitirme sözüyle gelir.



Ölmeliydi gün. Boğazına sarılan kalın dudaklı kadının ellerinin, en azından ferahlamak için başladığı işi bitirmesi gerekirdi. İçindeki ölüm arzusunu yatıştırmalıydı.



Diğer yandan affedebilmek için annesini, anlayabilmeliydi onu. Acısının körlüğünü, nefretinin kontrolsüzlüğünü yaşamalıydı. Affetmeye dair bu ihtiyaç, yedi bitirdi Memet’i. Sürekli şefkat arayan, diğer kadınların göğsünde avuntu bulmak için didenen bu adamın gerçek ihtiyacı affetmekti. İşte Firkat’ın bilmeden ona vereceği hediye bu olacaktı belki de.



Hasılı ayrılmadı Firkat’tan ve bir hafta içinde onla olan yolculuğuna başladı. Bu yolun kendisi, her bir kıvrımını bildiği bir patika oldu. Kıvrımlı yolun çevresindeki ağaçları tanıyor, zehirli otları gülümseyerek tadıyordu. İlerlemenin yaşanmasının verdiği zevk, sonun gelişinin hüznüyle doluyor ve kiminin mazoşist diye nitelendirebileceği vazgeçilemez bir doyum yaşatıyordu. İlk defa onla yaşar hissetti kendini, ilk defa onla varlığını buldu. İçindeki sonu gelmez boşluk böylece doldu yavaş yavaş. Geçmişin tüm kötü anıları buğulanıyor yok oluyordu yer yer. Kuşbakışı, yılana da benzese girdiği yol, korkmuyordu, zira serpentin dişindeki kadını öldürdüğünde, kendi ruhundaki kadını benliğine almayı başarabilecekti.




**********************************************************************************




İstanbul’a kar yağmış diyor sabah sabah makyaj yapmaya vakit bulabilmiş, günaydın programı sunucusu. Haberi de şoföründen almış. Kendi görmemiş olacak lacivert eskort arabasından.



Çok değil bir ömür önceydi... Karda yuvarlanırken sen, ne çok yakışırdı gözlerin beyaza. Adetim olmasa da oynamak yolun ortasında, sırf gözleyebilmek için o güzelliği yanındaydım. Gözlerindeki pırıltıyı hatırlamamak için deli olmak gerek. Dokunabilseydim gözlerindeki ay çiçeklerine, ve yakalayabilseydim çevrelerinde oluşan haleyi.. koruyabileseydim gülümsemeni sonsuza dek..



Ama hayır kadın özgür olmalı derdi dedem.. Tarla gibi.. Vatan gibi.. Sen ancak hizmet edersin ve ancak güzelliğiyle tatmin oluyorsan onu yaşamayı seçmelisin. Tahakkum altına alınmış hiçbir kadın gülümsemez.



Pamuk beyazı tanelerden ördük yatağımızı, ve buzdan inşa ettik kalemizi. Sen ilkbaharını bekleyen kar kraliçesi, gözlerindeki ışıltılarla çakmak çakmak ısıttın tüm ülkemi. Soğuğa inat her bir kareye içindeki fidanları ektin.



Senin ilkbahar aşkına dönüştürmeye çalıştığın ilişkimizin ben hep kış aşkı olduğunu bilirdim. Soğuktan kaçan iki gencin donmamak için kenetlendikleri ve birbirlerine bağlandıkları ünlü hollywood filmlerinden bozma bir şeydi bizim ki. Hep merak etmişimdir zaten, himalaya tepelerinde hayatta kalma savaşı verirken aşk gibi o çok lüks duyguyu yeşerten kadın ve erkeğin, hayatta kalma mücadelesinden çıkıp yeryüzüne bastıklarında ilişkilerinin gidişatı nasıl bir hal alır acaba.. dışardan gelen bir itki(soğuk gibi, yalnızlık gibi) olmaksızın iki insan sarılmaktan ne derecede zevk alır, ne derece bu zevki sürdürür?



Termometrelerde yükselmeden kırmızı civa, dışarda kar, sorumsuzluğun sefasını sürdük. Günleri sayma gereksizliği ve geleceğin baskısının bulanıklığı sürüklerken bizi birbirimize biliyorduk miadın başlangıcındaydık.



Sonra mı? Sonra herkesin bildiği bir sonra.. Termometrede civa yükseldi. Kırmızı gibi beyaz da griye döndü. Gözlerindeki ay çiçekleri soldu vs. Vs. VS



Gerisi falan filan... Gerisi fasa fiso..



Şu an bu boş odada aşı ve yankıyı düşünüyorum. Varlığın ötesindeyken sen, hala yanıbaşımda hissediyorum ben seni. İşte buna aşk diyorum ben.



Sana göre bir serzeniş olabilir belki tanımım, ne de olsa birdenbire hayatıma girdin, ama kanata kanata çıktın. Ancak bu hissedişin başka bir anlamı olabilir mi? Ben şu an geçip giden zamanı bile duyumsayamıyorken, titremem neden?



Belki dedikleri gibidir, sadece sanrılardan oluşuyordur hisler ve sanrılarla çevrilidir dünyamız. Peki adını zikrettiğinde biri, içimdeki "sarsılma" olayı nedir?



Her ne kadar inanmasa da feylezoflar ya da bilimciler, ben en çok seni düşünürken kendimi yaşar hissediyorum ve senin düşüncenle düş kurarken gerçeğe yakın oluyorum. Gerçeklik nedir ki?



Gerçeklik sana düşmektir. Yaşam yaş dökmektir. Sana düştüğümde döktüğüm yaşlar aşın da yankının da aşkın da ta kendisidir.



“Aş ile yoğrulan huzurdur aşk” demiştik bir defasında. Aşın uğraşında huzuru bulmak zor ve bu nedenle aşkı bulmak da. "Ama yine de aramalı demiştin, aramalı..".



“Gözbebeğinden süzülen yaşlara düşen ışık, başına üşüşen anılarına aşık. Anlamadın mı daha, içindeki nuru korumak uğruna baş koyduğun yalınlık, hayatındaki en büyük yanlışlık.



Ölürken ruhununun yanında kim olacak sanırsın ey aşık! “



Gittiğin günü anımsamaya çalışıyorum. Sahi ben ne zaman terkedilmiştim? Gecelerini başkasıyla geçirdiğin o ilk gece mi; yoksa o ilk gecenin sonunda gelip başımı okşarken mi ayrılmıştı ruhun benden? Yoksa yanında olamadığım o en zalim an mıydı; hani içindeki canı atarken bedeninden? Hasta olup da ilgilenmediğim akşam mıydı yoksa? Ne de olsa erkeğim, ince düşünemem. Seni ne zaman kaybettiğimi bilemem. Ama bir boyut vardı ki beni tıktığın, ki belki de sana olan nefretimin ana sebebi budur, kanata kanata ayrıldın benden. Kaybettiğimi her gün ve her gün başka başka davranışlarınla gösterdin. Hiçbir zaman karşıma çıkıp “tamam, bitti” diyemedin ve bir defada kesip atmadın başımı. Önce ellerimi gereksiz kıldın, sonra dudaklarımı. Sırasıyla yüzüm, kulaklarım, burnum, kollarım ve bacaklarım anlamsız gelmeye başladı, zira hiçbiri sana dokunamıyordu. Gittiğim gün ellerinde yüreğim, avını yakalamış amazon zaferiyle gülümsedin bana-en azından ben öyle gördüm, belki de sinirdendi gülüşün.



Yalan yamandır derdi dedem. Şekil değiştiren cindir içimize saklınıveren. Filizlenen ve büyüyen koca fasulye ağacıdır masaldaki. İnsanlar en çok sessizlikte yalan söyler. Çünkü sessizlikte zamanı hissedemeyince, var olmadığı korkusuyla elindeki en basit ama en yaman lafları dağıtmaya başlar. Sırf kendini rahatlatmak için aşık olduğunu ya da olmadığını söyler. Karşısındakine süslü laflar eder sırf kendi boşluğunu doldurmak için. Edimleri ile lafları örtüşmediğinde de zavallı küçük bir kız gibi biliyorum ama ne yapacığımı bilmiyorum diye sızlanmaya başlar ve korktuğunu ileri sürerek yapması gerekenlerden kaçınır.



Yalan yaman bir şeydir. Tuzağına düşüldüğünde masumiyetinizi de alır götürür, aynasız kalırsınız. Sonra etrafta dolanan kocamış karılara dönersiniz. Bendeki masum yüzünü defalarca silip attın. Kendini tanıtırken, geçmişi gizliyor olman çok da mühim değil, ama boşlukları kendi hayal dünyan ile birleştirip, var olmayan bir özgeçmiş oluşturman hayret vericiydi. Hele bunun için erkekliğimi kullanman.



Sen de benim gibi hatırlıyor musun o günü? Hayallerimin neştere vurulduğu, o anlık operasyonu.



Yorgundum.. Dünyanın dört bir yandan üzerime geldiğini gördükçe, sırtımda düzgün taşıyamadığımı gördüğüm yükle başım döndükçe, dizlerimdeki derman bitiyordu gün be gün; ama umutluydum, çünkü hayallerime gebeydin sen. Ruhum geleceğe hamile, coşan bir ırmak gibi bedenimi taşıma suyla döndüre dursun; gözlerim gördü yüzündeki hüznü. Hazır değildin.. Hazır değildim.. Hazır değildik.. Sadece bir "can"dır dedik. Yanlış zamanda birbirine kavuşmuş iki aşık gibiydik.. ve aramızda bir üçüncü şahıs.. Anladık biraz geç olsa da... Çocuk değildik.



Elindeki sihirli enjeksiyonla boyutları durduran illüzyonistlerin arasında, zamanın durduğu o yatakta sen uzanmışken, içindeki çocuğu cellatan kurtaramayan ben elinden tutacak gücü bulamadım kendimde. Ne de olsa asıl hazır olmayan bendim.. ve bir mucizeyi pasifliğimle öldürüyordum. Suçlu kimdi ki şimdi? Suçtan dolayı infaz edilen kim?



Çok zaman sonra gayri ihtiyari söyledin, ilk hamileliğin olmadığını. Heyhat! İlk sevişmemiz bile yalanmış. Halbuki daha o gece küçücük bir kızken baban tarafından tecavüze uğradığını, tecavüzden dolayı rahminin zarar gördüğünü ve bu nedenle hamile kalamadığını gözyaşlarıyla anlatmıştın. Aylar geçti. miden bulanmaya başladı, Ne olduğunu çözememiştik. Test, çift çizgiyi gösterdiğinde olanın bir mucize olduğuna inandırmıştın beni. Seni hamile bırakan ilk erkektim. Senin için bir şeyde ilk olmuştum. Nasıl da uçucu bir mutluluktur bir erkek için, sevdiği kadının herhangi bir boyutunda ilk olmak!



Evet bir de farklı boyutları vardır ya kadınların. Aşkları vardır, sevgileri vardır, anacıl duyguları vardır... Meğersem çok önceleri başka erkeklerin döllerini de içinden çıkarmak zorunda kalmışın da ne anacıl, ne sevgili ne de aşık boyutlarında ilkin olabilmişim. Seni bilmem ama benim seni terk ettiğim an, böyle bir mucizeyi yalanlarınla katlettiğini patavatsızlıkla ağzından kaçırdığın zamandı.



Düşlere hamileydi ruhum, ve bir dokuz altı mesaisinde, keskin bir bıçak darbesiyle, karından deşilen benliğimdeki ilk tomurcuğum... Paslı tenekeye düşen masumiyetimdi, bunu şimdi anladım.




******************************************************************************




İçe dolan acının tetiklemesiyle "ayy" diye çığlık atan ruhun sebebidir ayrılık. Ayın dünyadan ayrık kalmasından beridir, insanlar ardlarında bıraktıklarıyla aralarındaki durumu ayrılıklarda dolaylarlar. aslında çoğu zaman “aynı”lıklar mesuldur, ıraklığa neden itilmeye ve bu “ayrı”lık ve “aynı”lıkların bıraktıkları öyle şiddetli etkilere sahiptir ki birlikteliğin mahsulü uyuşukluktan ayıltırlar.



Ayrılık, “aynı”lıktan veya “ayrı”lıktan doğan zaruri bir ıraklıktır.



Sevginin günlük dönüşüm araçlarıyla ölçüldüğü günümüzde; insana acı çeken, ağlayan, öz-leyen, öz-lenen bir insan olduğunu hatırlatan yegane bıçak yarasıdır.. Kimi zaman geçmişin artıklarıyla dolmuş beyninizin izbe sinir uçlarındaki çöp kutunuz, kimi zaman geleceğin baskısı, kimi zaman da goreceliğin ağırlığı sebeptir gönlünüzdeki bıçak yarasına.. kanar.. kanar.. Durduramazsınız..



Her türk evladı gibi Sezen parçalarına sığınır, gecelerinizi ya bilgisayar oyunlarının tutkusu ya da televizyonun uyuşukluğuyla doldurursunuz.. Çöp kutusundan çıkan gölgeler ziyaret ettiğinde sizi, dayanamazsınız, bir sigara yakarsınız.. "Ne oldu", "Bir sorun mu var" sorularına homurdanarak cevap verir, tüm hayatınızı saran boşluğu nasıl olsa anlatamayacağınızı bilerek arakadaşlarınızı avutursunuz.. Kendi avunma açlığınızı bir kenara atarak hiç bir şey olmamışçasına gülümser ve "hayat güzeldir" nidalarıyla dolaşmaya başlarsınız.



İş biter.. Kahve, çay, muhabbet biter.. Alışkanlıkla aşkın beşiği ortaköye yollanırsınız... Fark ettiğinizde bıçak yarasını çok geçtir. Sahilden evinize otobüs beklerken siz, onun o an ne yapıyor düşüncesi bir civaymışçasına omuriliğinizden akar midenize oturur.



Günler isimlerini kaybeder, insanlar yüzlerini... Kaybolmuşluk artı boşluk eşittir ayrılıktır.



Ayrılık yalnızlıktır.





Son





İçindeki ışığı bilme ve bunu kaybetmeme isteğinden doğan tutumdur onur.
O nur ki aşık eder, onur ki vuslattan eder.
İnan ki okuyucu, onun nuruna saplanıp kaldığında
seni ayakta tutacak tek şey içindeki onurdur.
Ruhun ancak onla korunur.



Serzeniş









Çın çın çınladı kulakları. Çın çın çalındı... çın çın.. Çıt çıt çiğdem çitlemeleri.. Kurudu dudağı.. Su lazımdı, ama kalkamazdı. Onu bekliyordu. Dışarıyı dinledi kadın. Adam tam o sırada içeri girdi.



Şalını sarındı kadın. Şuh bir eda ile odadan çıktı.. Saçındaki şuleler adamın yüreğine akıyordu o an hüzme hüzme...



Koca bir bilgisayar masası ve gardıropla doldurulmuş yan odada, çantasını hazırladı. Tüm renklerini adamın, kara çantasına tıkıştırıp dış kapıya yöneldi kadın. Dışarıya giriş anında, çocukluğunu ve saflığını da alıp götürdüğünü fark etmedi nedense. Hayalleri ve umutlarıyla dolu olduğu o anda, gidiş biletinin geçmişinin bagajını taşıyamayacağını anlayamadı. Ama biliyordu adam, bazı yollara sonunu bilerek girse de adem, Havva bilmemenin ve saflığının huzurunu yaşar. Öyledir yaşam ve öyle olması da gerekir. İçinde kalmış son sevgi pıtırcıklarının verdiği uyuşturucu kimyasalın etkisiyle bozmadı, araya girmek istemedi Memet. Bölmedi sevdiğinin terk edişini.



Adamın Ada’m dediği, göğsünde uyuduğu beden, dışarıda bekleyen arabaya binmek üzere dışarı çıkmak üzereydi. Bir öpücük bekledi. Sıradan bir dokundurma aldı. Uzun zamandır görmediği kadar heyecanlıydı sevdası. Anlamak istemedi. Düşünmek istemedi. Pencereden baka kalmışken adam; ada’m dediği, huzur bulduğu kadın başkasının kollarına girmişti bile. Artık ne yapsa boş, ne kadar didinse gereksiz. Bu gece ayrılık gecesiydi. Bu gece küçücük evlerinin yıkıldığı geceydi.



Saatlerce pencerede bekledi Memet. Hayatında en çok dayandığı, en çok kullandığı yetisine, yani zekasına lanetler okudu. Fırıl fırıl düşünceler dönüyordu kafasında, ama hiçbirisiyle güzel bir yarın kurgulayamadı. Hayatında ilk defa şüphe filizlendi kalbinde. Beni işte o zaman büyütmeye başladı. İlk o zaman rahmine düştüm adamın. Ama benim ben olabilmem için daha vakit vardı. Daha yenileceği kuşku götürmez bir savaş vardı vermesi gereken. Dedesinin yaptığı gibi savaşacaktı serpentle. Gerekirse tüm ay çiçeklerini öldürecekti ve yine gölgeleriyle yaşayacaktı ömrünü, ama savaşmadan çekilmeyecekti meydandan.



Kadın özgür olmalı derdi dedesi, ancak ve ancak özgürken verdiği kararlara güven olur çünkü. Bir karısını öldürdüğünü söylerlerdi hep, ama kendisine anlattığı bunun tamamen bir uydurma olduğuydu. Hem baskıyla elde edilen bir şeyin ne anlamı olurdu ki? Diğer yandan şüphelerini de doğrulatmak gerekirdi ki dayanamadığı an kaçıp gidebilsin. Bir yangın merdiveni olmalıydı bu yolun, ve Firkat kendi eliyle bunu veriyordu. O halde özgürlüğü o da hak ediyordu.



Bilgisayarın başına geçti ve düşündü. Mail adresinin şifresinin ne olabileceğini bulmaya çalıştı. Seneler kadınının her ruh halini dışarı yansıttığını öğretmişti. Şu anki ruh halinin “başlangıç” ve sonu bilinmez bir macera heyecanı olduğu belliydi. Peki ya başka? Ha bir de özgüven. Kariyerinde yükselmiş, hayli yakışıklı, zengin sayılabilecek ve bilgi birikimi yüksek biri vardı elde ettiği. Firkat artık dünyadaki varlığını daha kuvvetli hissediyor olmalıydı ki bu da doğumunu kutlardı. İlk deneme “Firkat1980!!”. Ekranda “have you forgotten your password?” ibaresi yandı. Aptallıktı bu. Milyarlarca deneme sonucunda bile bulamayabilirdi. Fakat önündeki uzun gece başka denemelere de müsaitti. Tembelliği geldi sonra aklına. “Kısaltmalar kullanılmıştır mutlaka!” diye düşündü. Firkat kelimesinden anlamlı bir kısaltma aradı. “Fark!”. Kendince bir fark yaratma heyecanı... Sonu bilinmezlik ise üç nokta. İkinci deneme “fark1980...”. Aynı sinir bozucu ibare. Zaten aldatılmanın verdiği çaresizliğe bir de umutsuzluk eklendi. Son bir deneme daha: “fark80...”. İşte oldu. Firkat’a özgürlük vaad edeceği bir sırada, onun bireysel alanını işgal ediyordu. Kendinden tiksindi, ama başarısının heyecanı daha fazlaydı.



Kanıtları topladı. İşini bitirmek üzereyken sesini duydu arabanın. Yatağa koştu. Uyur gibi yaptı. On dakika sonra gelebildi yukarı hanımefendi. Kanıtlarının üzerine yeni bir kanıt! Bir el hissetti başında. Saçlarında gezindi tırnakları yenmiş o küçük ve çirkin eller. Normalde çok masum olan bu hareketin ikiyüzlüğünden iğrendi Memet. Kadın adamın ömründeki tüm şefkat beklentilerini işte o sırada söndürdü, söndürdükçe de beni büyütmüş oldu. Firkat bilmeden sıkıldığı adama beni hediye ediyordu.



Peki nasıl bu hale geldiler? Kim suçluydu, kim infaz edildi? Peki ya terk eden kimdi? Açıkçası şu an kendi varlığımla o kadar doluyum ki bunları cevabını kalkıp Memet denilen gerzeğin bilinçaltından çıkarma isteği yok içimde. Bencillik dedikleri böyle bir şey olmalı. Firkat’ın buram buram kokan “ben” duygusu öyle içime işledi ki sonraları, ondan daha bencil, ondan daha umursamaz oldum. Ruhunda saklı duran özgüvenini ondan çaldıkça, kendisine kalan küstahlık ve ukalalıkla baş edemiyeceğini daha o zaman fark etmiştim. Hüzünlü gözlerinin ardındaki, acziyet ve yıpranmışlık üzerine inşa edilmiş duvarların ana maddeleriydi “küstahlık” ve “ukalalık”; ama “bencillik” ve “özgüven” olmadan sadece yıkık bir viraneye dönerdi. Kim bilir belki döndü de... Yalnız yaşamını her gece esrarla donatıp, o çok sevdiği votkasından ayrılamaz oldu. Küstahça alkolik olmadığını da etrafa söyledi. Belki gündelik yaşamını dahi sekteye uğrattı. Çamaşırlarını her hafta düzenli bir biçimde yıkayan o kadın, kirli elbiselerle işe gitti. Bulaşıkları yıkamadığından ötürü küfle dolu bir evde yaşadı. Üniversiteyi bitirmiş olabilir ama iş bulabildiğini pek sanmıyorum, çünkü iş verirken karşısındakinde özgüven arayan işveren hep ukalalıkla karşılaşmıştır. Kararsızlıklarla dolu yaşamında anlamlı bir şeyler üretme çabasında ise hep aynı engel... Güzelliğinin sayesinde önüne düşüveren ekmek kırıntılarını toplarken kaybettiği vakit, tüm zamanını aldı ve boşa geçen vaktinin sonunda elinde üretmek için hiçbir şey bulamadı.



İhtimalle açlığını doyurmak için güzel gördüğü her erkeği boşlukla dolmuş soğuk yatağına aldı, sonra da pişmanlıkla dolu sabahlara uyandı. Tüm hayatını değiştirecek bir mucize istedi, bazan bir çocuk bazan da yeni bir Mecnun. Çoğu zaman ülkeyi terk edip, yeni bir hayata başlamayı düşledi, lakin biliyordu ki nereye giderse gitsin kendisini de götürecekti.



Yaşlarla dolduğu vakit ömrü, soğuk bir odada, yanında kimse olmadan ve hemşiresini beklerken altını temizlesin diye Memet düştü aklına ve ölümün hiçliğiyle kendini avutarak boş yaşamına son verdi.



Hepsi olmuş olabilir, olmamış da... Çok başarılı bir iş kadını olup, altına yattığı erkeklerin kendisine sunduğu fırsatları değerlendirerek yükselmiş de olabilir. Hatta evlenip çoluk çocuğa da karışmış; kocasını da istediği gibi istediği erkekle aldatma zevkini de tadıyor olabilir. Ne de olsa artık deneyimlidir. Ama inanın ki o Pazar gününden sonra bir daha görmedim ben onu.




*******************************************************************************




Her şeyi bilmek Tanrı’ya mahsus. Senin tüm varlığını içime aldıkça, haz aldım. Tüm sırların önümdeydi. Avucumdaki kuş gibiydin. Bütün hareketlerini görüyor, hepsini hissediyor ve çoğunluğunu anlıyordum da. Ama anlamak daha kötü. Bende açtığın yaraların, ne kadar çocukca güdülerle ve hatta bilinçsizce müsebbibi olduğunu bilmesem daha rahat atlacaktım her şeyi. Tüm kötü ideaları sende biriktirip, tüm hayalini değersizleştirecek ve böylece kurtulacaktım senden.



Öte yandan ben seni bildikçe, sen sırf bilindik olmamak için abuk sabuk edimlere yöneldin. Normalde yapmayacağın şeyleri yaptın, terk etmeyeceğin değerleri bıraktın. Zaman zaman yalanlar uydurdun. Bir şeyleri gizli tutabilmek ve kendine ayrı bir dünya yaratmak için ittin beni ve uzaklaştın benden. Tutamadım kollarından. Yakalayamadım seni ve öylece yitip gittin. Bu içimdeki kadını ararken elimdeki seni kaybedişimin öyküsüdür. Kendime lanetler okuyarak anımsıyorum şu an. Yazmak geliyor ya içimden, bilmezsin sen şimdi, o Pazar günü ruhumu verdim. Şimdi hayaletim etrafta dolaşan, belli belirsiz gören ve bir buğu içinde görünen. Karaköy’e vardım bugün, beni ilk öptüğün yerde secdeye vardım, rüku ettim aklımda kalmış her bir katrene. Uçtum. Ortaköyü buldum. Boğazı içtim belki sarhoş olurum diye. Taksimde gizlice sinemaya sızdım, ve en öne oturdum. Film boyunca boynuna baktım durdum. Sen de konuştun. Sorular sordun. Aptallığını özledim. Seni özledim. Ölmemeyi diledim. Toscana kartpostallarını aldım, afişlerini buldum. Boy boy ayçiçeklerine sarılıp tabutuma yattım. Kokunla doldum bugün. Kokunla varlığımı buldum.




******************************************************************************




Bir daha deneyebilmek için şimdi neler vermezdim. Tam üç evrede bitti her şey. Üç ay boyunca tam üç defa döndüm etrafında ayrılığın. İlk denemem aptalcaydı, kabul ediyorum. Bilmiyormuş gibi yaptım. Hayatıma devam ettim. Hatta yardım ettim ona, daha kolay gidip gelebilsin diye. Söylediği tüm yalanları yedim, yaptığı her şeye katlandım. Ne de olsa gideni salarsın, dönerse senindir, dönmezse zaten hiç sevmemiştir.



Geçici bir heves olmadığını ağladığı gün fark ettim. Benim önümde, aşık olduğu adam için ağlıyordu. Nasıl da donakalmıştım. Her bir damlası benim için kristal olan o kadın, bir serpent için ağlıyordu. Sözde başka şeylerdi sebep, ama biliyordum serpentin onu nasıl kullandığını, sonrasında umursamaz tavırlarda geri çekildiğini ve o küstah kadını dizlerinin üzerine çöktürdüğünü.. Ne kadar saklamaya çalışsa da, döktüğü göz yaşları, kırılmış yüreğinin dökülen parçalarıydı.



Bir şeyler yapmam gerekiyordu. Tek başına atlatamayacağını fark ettiğimde, hemen bankaya gidip kredi çektim. Oturup konuştum onunla. Sakince. Bir ermiş edasıyla kaç zamandır kendisiyle ilgilenemediğimi, ama artık bunun bittiğini anlattım. Her zaman yanında olduğumu ve elimden gelen her şeyi yapacağımı söyledim. Fark etmişsinizdir, ikinci denemem rekabet üzerineydi, lakin herkes bilir ki öyle bir yetim yok. Yarışamam kimseyle. Yarışsam da kaybederim zaten ki öyle oldu. Sonuçta hem onu hem kendimi kaybettim. Bir anda hayatın tüm monotonluğundan sıyrılıp iki aşık gibi davranmak güzel oldu. Zaten özlüyordum onu. Yaz ortasında, bahara düşmüş gibiydik, ancak sevdiğiniz kadının karşınızda, manzaraya dalıp hüzünlenmesini görmekten daha kötü bir şey yoktur. Hele ki elinizden bir şey gelmiyorsa ve bu hüznü başka bir erkek veriyorsa... Sizden değil başkasından telefon bekliyorsa ve maillerini bir cevap bulmak için sürekli kontrol ediyorsa, içiniz sızlar.



Bir ay böyle geçti. Fazla efor sarf ettim, ama kendi evime onu almış olduğunu öğrendiğimde bu efor nefrete ve tiksinmeye dönüştü. O evin içinde sürekli midem bulanıyor ve başım dönüyordu. Dayanamadım. Ona tüm bildiklerimi anlattım. Cevap beklemiyordum. Açıklama beklemiyordum. Sadece seçsindi artık ikimizden birini. Tek öğrenmek istediğim gelecekte ne olacağıydı.



Kısa keselim. Anlaştığımızı belirtip üçüncü ayı anlatayım. Sancılı bir haftadan sonra karar verdik. Onun ağzından düşürmediği bir cümleyle yeni bir yaşama hazırlandık.



“Bizi bu serpent yıkamadıysa, hiçbir şey yıkamaz artık!”



Daha önce sizi gezdirmiş olduğum eve taşındık. Ev sahibimizin evi satmasının bu ana denk gelmesi gerçekten benim için bir kurtuluş ve büyük bir şanstı. Üzerine bir de boğaz manzaralı başka bir evini bize kiralaması geleceğin daha aydınlık olacağına dair bir sinyal oldu benim için ve inanın gerçekten de bu sefer ona inandım ve bu nedenle her istediğinin olmasını diledim. Bir daha bankadan para çektim. Elimdeki ve ruhumdaki son parçaları da o eve yatırdım. Üçüncü evre istemeden olsa da şiddet ve baskıya dayandı. Maddi ve manevi olarak bensizliğin ne olduğunu göstermeye çalıştım. Egosu zedelendi biraz. Burda araya girip şunu demeliyim, bu baskı benim gibi yumuşak bir adamın verebileceği bir baskıydı. Siz görseniz zaten normali böyle olmalıydı derdiniz. İstesem de karıncayı ezemem ki ben, onu ezeyim. Tek yaptığım kendi artılarımı öne koyarak ama çok da vermeyerek zaman zaman beni neden bir zamanlar seçmiş olduğunu ona hatırlatmaktı.



Neyse, zedelenen egosu arın kucağına düştü ve kararsızlıkla arsızlaştı. Bana koruduğu gururunu, bir gece yine bizim evimizde serpentin kucağına düşürdü. Bir Pazar sabahı onun nurunu ararken, karanlığı buldm. Anlayacağınız Sarı yılan beni cennetimden sonsuza dek kovmuştu, ve ben ona karşı duramamıştım.



Üç defa dolaştım etrafında. Üç ay peşinden koştum. Sonuçta kurban edilen ben oldum! Bir tabuta giren ve kıyamet gününü bekleyen ben, sırasını başka ben’lere bıraktı. Üç kişi doğurdun yıpranmış rahminle. Bir senden nefret eden düşman, diğeri karşılıksız kalan aşkıyla şair, diğeri de “yıkılmadım, ayaktayım” havalarında gezen, egoist ve sadece kendini düşünen garip yazar oldular büyüklerinde.



Ben mi?



O gün ben, sana aşık olmamın sebebini buldum ve artık sana aşık olmadığımı anladım. Aşk denilen büyülü şeyin içinde olup da o büyüyü hic yaşamamışların paradoksuna dönüştüm bir an. Hayalinin günde iki defa alınan antibiyotik olduğunu ve bitmesi için ne kadar istekli olduğumu anladım. İlaçtan kaçan; ancak o ilaçla deva bulabileceği öğretilmiş çocuk gibi iğrenerek hayalini yuttum o gün. Damarlarıma enjekte ettim seni.



Aşkın, hasta bir bünyeye ilaç olma umuduyla beynimde tezahür ettiğini farkettiğimde artık çok geçti. Günde iki defa aldığım sarı ve beyaz tabletlerin tükendiği, aşkın bittiği an; son bir vuruş isteyen eroinman gibi gözlerim yuvalarından fırlamış, ellerim titriyor buldum kendimi. Son bir nefes için, doktorlarına yalvaran esrarkeşin çaresizliği kapladı bedenimi. Dilini bilmediği ülkenin sokaklarında, yolunu arayan annenin ellerine sımsıkı kenetlenmiş çocuğun ağlamaklı gözlerindeki kaybolmuşlukla doldum.



Aşkın bittiği an, sen sen olmuştun, ben ölmüştüm.





**********************************************************************************





Ak zambakların ardından gördüm ağaran benliğini. Gözlerinin önüne düşen perçeme de sızmış beyazlar. Bir de kırışıklar ki göz yuvalarının çevresine düşen, her biri sanki hale.. İşte o an anladım yüreğine sızmış katreleri ve ruhuna sinmiş rutubeti.



Şimdi beni boğduğun odadayım. Beni, kendinden söküp attığın ve çöp yığını bir küreye fırlattığın edim kadar yaşlıyım. Nefessiz kalmak koymamıştı o zamanlar ya, şimdi seni anladım ve sensiz geçirdiğim onca boşluğa yandım. İşte bu koyuyor bana. Keşkeler hiç bitmez derdi dedem. Benim tek bir keşkem vardı ki o da sendin. Keşke bendeki seni öldürmeseydin.



Bunalım, depresyon ya da vazgeçmişlik, acizlik.. Hiçbiri yeni değil benim için. Kendin yaşayarak bana da yaşatmış oldun onları bilmeden belki umursamadan. Senle beraber ben de tattım onların zehrini.. Şimdi elimde kalan, yaptıklarını ya da yapmadıklarının ardından içime dolan o garip anlatamayışım ve senden uzak kalışım.



Şimdi ne yapsam boş. Geri dönemem sana. Öylesine akan bir nehirde, ölü bir ruhum sayende: böylesine durgun bir bedende, boğuşulamaz dalgaların aksiyle. Sevda desen, kalbimi sıkıştıran ellerinin ıslattığı topraklarda bitmeyen, yeşermeyen bir hülya. Ülke desen gözlerimin altına sinmiş bir hummanın arkasına saklanmış, görmediğim, dokunamadığım garip bir yokluk.



Ah Anne..! Seni şimdi anlıyorum... Yaşadıklarını yaşadım. Şimdi bu sonsuz boşluğun tam ortasından sana sesleniyorum ve olduğunca özür diliyorum, çünkü artık biliyorum ki sonuçta “leylam” dediğin, ne yaparsa yapsın ardından “Mecnun” kaldığındır, eksikliğini dolduran ve tüm yarımlığını tamlayandır. Aşkının edimleri, özünü kanatır, gözünü karartır, öldürmeye kadar vardırır.



Ben seni affediyorum da, sen beni affedebilecek misin Anne?



Öz-lüyorum seni; çünkü sonu ölüm dahi olsa özgürlük seni özlerken var.









Son Söz





Sadekallahul aliyyul azim:

Aliyy ve Azim olan

Allah ne güzel ne doğru söyedi.



Kendi hayatıma başladım başlayalı sırtımdaki kamburmuşçasına taşıyorum bu yükü. Hangi filmi izlesem, Memet’in anlattıkları beynimi kurcalıyor. Komedi dizisinde geçen kadın, sırf onun yaşadıklarından ötürü, tiksinti veriyor ve gülemiyorum bir çok neşeli hale. Kitapların asıl anlatmak istediklerini gözden kaçırıyor, orospu ruhlu karaktere takılıyorum. Her düşüncem, beynimin önünde ince kenarı bir mercek varmışçasına tek bir noktaya odaklanıyor. Ölmüş bir ruhun yaşadıklarının bendeki bu büyük tesirinin kalkması ancak ve ancak ruhun yarımlığınının bitirilmesiyle mümkün olduğunu gördükçe mecburen kulak kesildim sürekli ağlamaklı haliyle orda burda dolaşan burnu sümüklüye.



Bugün buluşma günü. İçimdeki tüm eski seslerden kurtulma günü. Aylar oldu dinliyorum kendisini. Gah pişmanlıklarını anlatır gah çocukluğundan kalmış öyküleri. Bilinçaltında gezerken, benim görmüş olduğum gibi görseydi olanları, elbette bu kadar değer vermezdi o silik anılara. Gerçi bu anlayışa sahip olmadığını siz de fark etmişsinizdir. Tek bir an’a takılıp orda kalmayı seçti. Yorgunluk dese de kendileri, ben bilirim ki utancından saklandı yer altına ve ardından konuşmaya başladı. Emin olun ki benim için hepsi yaşlı bir bunağın dır dırıydı. Zaten batırdığı hayatın acılarından başka bir şey yok eserinde. Siz de zahmet edip okudunuz ya onları. Aşk olsun size! Yazık değil mi vaktinize? Ne benim ne de sizin zahmetimize değmeyeceğini biliyordum ya çok zorladı beni. İşte şimdi bitti. Son söze gelindi.



Onun hayatına sonsöz yazmak benim için garip aslında; ama hem o gerzeğe hem de şıllığa bir kaç lafım var, bu nedenle sahnedeyim. Bugün eskinin bıraktığı artıklarla dolmuş geçmişin çöplüğünde hayatını duraklatmış bir adamı gömme günü. Siz de şahitsiniz ki ve umarım anlamışsınızdır ki sebepleri, haksız değilim bir ölüyü yaşama döndürmeye çalışmamakta.



Memet! Sana güzel bir mezar hazırladım. Her zaman dilemiş olduğun gibi taşına Firkat yazdırdım. Başına badem, ayağına da elma fidanı diktim. Etraftaki çocuklara ömürlerinin yeteceği kadar para verdim. Her Pazar gelip sulayacaklar seni ve sevdiğin şarkıları çalacaklar. Bir de camii hocası buldum yakınlarda. Her Perşembe yanına gelip Yasin okuyacak. Tüm bu artılara ek olarak son dileğini hallince yerine getiremediğimi de söylemeliyim. Ana’nın yanında boş mezar yoktu, ama o çok sevdiğin Mardinkapı mezarlığının girişinde hemen sağda bir yer buldum. Seni oraya gömeceğiz. Öyle namaza falan gerek kalmadı, zaten bir ruhu gömeceğimi söylediğimde imam’ın nasıl güldüğünü görmeliydin. Her şeyi töz üzerine kurmuş bir felsefenin temsilcisinin, bu tözü mezara koyma isteği karşısındaki patavatsızlığı ilginçti. Başından savmak için mi yoksa acıdığından mı bilmem kabul etti, ama namaz kıldırmayacağını baştan söyledi. Bu arada o çok merak ettiğin aynalı masanın ismi de “.......”. Bilmeden gitme istedim.







Ve sen Firkat. Bir zamanların denizkızı, ay çiçeği tarlası. Bu yazıyla siliyorum seni hayatımdan. Yaşamımdaki tüm boşlukları yeni doğmuşluğuma bağlayacağım. Tekrardan başlayacak her şey. Gök yerle birleşecek, havayı dölleyecek. Hava gökle birleşip tarımı sunacak yeryüzüne. Yer , çiftçilerin başıyla bir olup, medeniyeti yeşertecek Mezopotamyada. Tahılı bulacak insanlar. Sonra yazıyı… Ateşle demiri dövüp saban yapacaklar. Mısır’ı yaratacaklar sonra. Helenleri geliştirecekler. Büyük İskender çıkacak meydana, tüm dünyayı fethedecek. Babilliler İsrailoğullarını sürgün edecek. Yahudiler buna karşılık Marduk’u silecekler dünyadan, onun yerine tek bir tanrı at sürecek tüm boyutlarda. Romalılar sahip olacak bir süreliğine toprağa… İsa babasız doğacak ve sevgi diyecek, insanlar da bunu yiyecek. Muhammed cihat diye haykıracak, İbrahim’e mucize çocuğun geldiğini doğrulayacak. Yeni bir tarih yazılacak evrende. Senin ve senin gibilerin olmadığı yepyeni bir tarih.



Tanrılar birleşip en önemli kararı alacaklar. Kimse anlamayacak belki bu kararı. Kimse bilmeyecek tanrıların neden böyle bir şeyi buyurduğunu, ama Enki ile Enlilin buyruğuna boyun eğecek insanlar. Anadolu’da bir daha asla ay çiçekleri olmayacak.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder